Anneleri Günü
12 Mayıs 2019 Anneler Günü… Yıllardır 12 Mayıslarda kutlanan Anneler Günü gibi. Her benzer anılan günler gibi: Babalar, Kadınlar, Sevgililer.. günü gibi, kapitalizm tarafından içi boşaltılıp, arz (hediye alışverişi - tabii birazda yavan duygu) artırma için fırsat günlerine dönüştürülmüştür…
Oysaki oluşturulması gereken farkındalık, anneler de insanı, babalarda insanı, sevgilide insanı: insandaki anneyi, babayı, segiliyi; kısaca kısmı deki, parçadaki bütünü, sıfattaki Zatı görmeyi gerektirir.
Sığlık, kişinin annesini görüp, anneleri ve annedeki insanı, Hakk’ı görememesi demektir… Diğer günler için de bu böyledir.27 Mayıs 1995, Cumartesi Anneleri’ni ise hiç söylemeyin… Birilerinin tüyleri diken diken olur bunları duyunca!
6 Mayısta darağacında üç fidanın asılması… Bu sığ ve yavan bakış sonucu bir kesim tarafından bunlar kahraman Devrimciler. Diğer kesim tarafından bunlar, asılmayı hak eden hainler di.
Yalnızca solcular asılmadı, gadre uğramadı bu ülkede. Bu devletin milis gücü olduğuna inandırılmış, Ülkücüler’de asıldı. “1980-84 yıllarında 50 kişi idam edildi. Bunların 18'i sol, 8'i sağ görüşlü ve 23'ü de adli suçtan hükümlüydü.”
Bütün kıyımlar, acılar, işkenceler... sermaye putuna avamın verdiği kurbanlar gibi gözükmekte. Kurbanda biziz, boğazlayanda. Bu gibi durumlar ise geri kalmış ülke insanlarının çapsızlığından kaynaklanmakta. Sermaye bu insanların yalnızca para değil, bilgi ve akıl fukaralığı dan beslenmekte…
“Bu vatan için” devrimciler olarak faşistleri, ülkücüleri; faşistler olarak komünistleri, devrimcileri öldürdük. Sonra apoletli daha donanımlı birileri çıktı ve düdüğü çaldı: “Bu vatanın asıl sahibi biziz,” çekilin yoldan deyip, önüne geleni deliklere tıktı ve bir kısmınıda astı.
Çünkü tek tabanca yetiştirilmiş kesin inaçlılardanız. Yani bütün ilmini tek bir kitaba borçlu. Tek bir ideolojiye, inanca, ideale, bir “izm”e…
Tek ayak üzerinde yaşam cezasını çekerken uyanan ve ülkemizin önemli bir düşünürü olan Dücane CÜNDİOĞLU, iki ayak üzerine basarak yaşamaya karar verir ve var olan bütün grupların dışına çıkarak, hayatı, hakikati anlamak için kendini okumaya verir. “Artık kendime doğruluğunu isbatlamadağım hiç bir şeyi savunmayacağım ve kendime yanlışlığını kanıtlamadığım hiç bir şeye karşı çıkmayacağım” diyerek.
12 Eylül döneminde zindanda iken, numaralar ve bazende isimler okunarak işkenceye çağrılırdık. Ayakları üzerinde gidip, kollarımıza girilerek bir torba gibi getirilip zindana bırakıldığımız da, devrimciler bizim, bizde onların yaralarının sarılmasına yardım ettiğimiz ve ekmeğimizi paylaştığımız olurdu. Ülkücüleri, solcu polisler; devrimcileri ise sağcı polisler sorgulardı. Böylece hiç bir vicdani rahatsızlık duymadan rakip, taraftar polisler olarak diğerlerine işkence ederlerdi, diyor. Bir de Diyarbakır Cezaevini hatırlayın… Bu memleket adına, bu memleketin evlatları olarak, bu memleketin evlatlarına ne kadar kötülük etmişiz. Ürperiyorum, ah ediyorum bu durumlara düştüğümüze ve düşürüldüğümüze.
İşte böyle yapa yapa. Sivili, askeri, polisi; siyasisi, yargısı... olarak, T.C. adına, her kesimde hesapsız T.C. düşmanı yarattık… OYSAKİ BİR TEK ÜLKEMİZ VAR, T.C:TÜRKİYE CUMHURİYETİ. Bir itirazımız, öfkemiz varsa bu ülkeye, devlete değil, bu ülkeyi: Çağdaş Demokratik Laik Sosyal bir Hukuk Devleti haline dönüştürülmesine engel olan güçlere, bozuk düzene olmalıydı.
Hiç bir inanç ve ideoloji hakikatı bütünen temsil edemez. Bir bakıma hakikat bütün inanç ve ideolojilerin toplamı yada ortak paydasıdır. Bu ortak paydaya ise insanın kendi kendisine doğru yaptığı Hakikat yolculuğu ile varılır. Bu yolculuğun bir kısmı dışarıdan alınan bilgi iledir. Oldukça çok ve derin bilgi ile. Haddimizi bilmek açısından bir kaç örnek alıntılıyorum.
...“Yüzyıllardan beri Batı'da oldugu gibi, Doğu'da, Aristo'ya "Birinci Öğretmen" (elMu'allimu'J-Evvel) ve Farabi'ye "lkinci Öğretmen" (el-Muallimu's-Sani) adı verilmiştir(S. H. Nasr). Bu çaptaki dehaların bilgilenmek için harcadığı emek dikkate ve takdire şayandır.
“Aristoteles'in Nefs Üzerine (Peri Psûkhe) adlı kitabını iki yüz kere okudum.”
Bu açıklama ünlü müslüman filozof Farabi’ye (öl. 950) ait, tıpkı şu açıklama gibi:
“Aristoteles'in Fizika'sını kırk kez okudum, ama hâlen yeniden okumaya muhtaç olduğumu görüyorum.”
….“Aristoteles'in Metafizika adlı eserini ezberleyene değin kırk kez okudum ama yine de anlamadım, maksadını da kavrayamadım.”(İbni Sina)
Bugün bir kitabı bile baştan sona dikkatlice okumaya tahammül edemeyen, hakikat tutkusunu yitirmiş bizler için böylesi açıklamalar biraz abartı gibi gelebilir, ama abartı değil, aynıyla hakikat. Gerçekte tanrıyı, doğayı, yaşamı, insanı anlamak isteyen her büyük zekânın çırpınışlarının bilindik öykülerinden biridir okumak, defalarca okumak, sırf anlamak için bir ömür boyu inadına okumak.”( Dücane Cindioğlu)
Kapitalizm, günümüz insanına narsizmi hormonlayarak enjekte etmekte. “Hepimizin içinde bir süperman, dolayısıyla da süper ego var.” Bu da bizi Don Kişot gibi sürekli Yel Değirmenleri ile beyhude bir mücadaleye itiyor. Karşımızdakine bakmaktan, kendi hakikatimizi göremiyoruz. Hegel, aklın hileleri, yanılgılarından bahseder. Bizler kendi akıllarımızla bir amaç için koştururken, farketmen başka büyük / üst bir aklın/ akılların amaçlarına hizmet etmiş oluruz.
Ülkücü, Devrimci, Dinci demeden "bu vatan" için, bu vatan evlatlarını heba ederken, "bu akılla" bir gün apoletlilerin gelip “bu memleketin sahibi biziz, yönetime el koyuyoruz” demeleri gibi üst, daha büyük bir aklın hesabına hizmet etmiş olmadık mı?
Peki yönetime el koyan bu paşalar, "kendi akıllarına hizmet ettiklerine düşünerek, bir üst, daha büyük bir aklın" hesabına hizmet etmediler mi?
Sözün özü kanımızca: Türk’te, insanı görürsek, Kürt’te de insanı görürüz; sağda insanı görürsek, solda da insanı görürüz; Alevi’de insanı görürsek, Sünnii’de de insanı görürüz; annemizde insanı görürsek, Cumartesi Annelerini de, haftanın yedi gününde var olan bütün anneleri de insan görürüz… Böylece bütün anneler ile ağlar, bütün anneler ile güler, bütün anneler ile ümit eder bütün anneleri severiz. Bütün anneler de bu memleketin, bu dünyanın bütün evlatlarını severek, anne, baba, evlat rollerini birlikte aşarak insana ulaşabilir belki.
Tikelde, tümeli; parça bütünü görmek ümüdiyle…
Anneler günümüz kutlu olsun.
Bu satırı tıklayıp lütfen açılan sayfayı okuyunuz... Bu hikayedeki annenin, bu annenin bu evladının sağcı mı, solcu mu; alevi mi, sünni mi demeden bu işkence görenen evladına ağlayan anne gibi ağlayamıyorsanız, bütünü, insanı değil sosyal hayattaki şu yada bu insanı görüyorsunuz demektir. 39 yıl öncesine ait bir anı bu - ve aşağıya ekledim...
Not: Fethiye İlköğretim Okul Müdürümüz Hamit DOKUYUCU’nun kadınlar günü için yaptığı jest ve yenilikçi anlayışını teşekkür ve takdirle anıyorum.
Paçaları kanlı pantolonun hikayesi
GAZETE YAZARI
Paçaları kanlı pantolonun hikayesi
07 Ağu 2010, Cumartesi
— "Karşı kapı açıldı. Ondört kişilik tomsonlu asker eşliğinde yavrumu çıkardılar, götürdüler. Az sonra da bizi götürdüler. Hepimiz bir tuhaf olduk.
Neydi bu korku? Benim çocuğum hırsız değil, katil değildi. Ailesini görmeye bunca askerle mi çıkacaktı?
Az sonra da bizi götürdüler. Selimiye''nin üst katında bir oda: Sağda solda birer masa, üst rütbeli subaylar oturuyor. Münir''i oturtmuşlar bir koltuğa, bizi de karşısına oturttular. (...) O arada ben, "Yavrum, pencereden deniz görünüyor, ona bak. Ananın mihnetli, yaşlı, kederli yüzüne bakma!" diyorum, gülümsüyor.
10-15 dakika sonra "Görüş tamam!" dediler. Önce onu aldılar götürmek için, ben arkasından fırladım. Merdivenden inileceği sıra sordum:
— Çok mu işkence yaptılar?
Başını salladı ''evet'' yerine. Çünkü yüzü gözü bir tuhaftı, gözler doluydu. Demek ki beş-altı ay görüştürmeme nedeni işkence izlerinin geçmesini beklemekmiş."
Bu sahneyi bize, bu ülkenin bahtsız analarından biri, 68''li yılların devrimcilerinden Münir Ramazan Aktolga''nın annesi Muazzez Aktolga Hanımefendi aktarıyor. (Bir Annenin 68 Anıları, s. 113, İstanbul, 2000)
* * *
Bu satırların sizlerde ne tür düşünceler, ne tür hisler uyandırdığını/uyandıracağını bilemiyorum; fakat itiraf etmeliyim ki beni fevkalâde etkiledi. Yukarıdaki satırları okurken kitabı elimden bıraktım, bir süre odamda dolaşıp durdum; hüzünlenmiştim çünkü. Uzun uzun düşündüm, geçmişi hatırladım, öyle ki kâh gülümsedim, kâh hüzünlendim. Sonra tekrar okumaya başladım ve sayfaları çevirdikçe içimdeki düğüm daha da buruldu. Sabah ezanları okunmaya başladığında kitabın sonuna gelmiştim.
Muazzez Hanım bana çok yakından tanıdığım bir gencin(Başkası olarak bahsedilen genç:Dücane CÜNDİOĞLU - a.s.) annesini hatırlatmıştı; işkence sırasında geçici felç geçiren bir gencin annesini. Yıllarca cezaevi cezaevi dolaşan, oğlu yüzünden korkutulan, incitilen, acı çeken başka bir anneyi.
Hikâyesi şöyleydi aklımda kaldığı kadarıyla.
* * *
1979 kışında onbeş gün boyunca işkence gören genç, cezaevine gönderilmek üzere Selimiye Kışlasına (mahkeme) sevkedilir ve nöbetçi savcı tarafından sorgusu yapılır. Henüz 17 yaşındadır. İşkence gördüğünü söyler. Elbiselerini çıkarır. Askerî savcı vücudundaki morluklara, yaralara, yanıklara bakar. Yüzü gözü zaten şiştir delikanlının. Ayakları lime lime edilmiştir.
— "Ben birşey göremiyorum" der askerî savcı tebessüm ederek.
Genç dehşet içinde savcının gözlerine bakar "Nasıl göremiyorsunuz?!" der gibi.
Evet, "der gibi" bakar ama demez, diyemez. Bilinen numaradır: görülmemesi gerekenler görülmez, görülmeyenler yazılmaz. Dolayısıyla tutuklanıp Maltepe Askerî Cezaevi''ne yollanır. Cezaevinde rapor almak için yetkililere müracaatta bulunursa da ancak üç ay sonra muayene edilmesine izin verilir.
Cezaevindeki ilk ziyaret günü, gözü yaşlı annesinin de ziyaretçiler arasında olduğunu öğrenir. Annesi henüz kabine girmeden önce, arkadaşları, ayakta zor duran gencin kollarına girerek onu kabine götürürler. Kabin camına yaslanarak annesini beklemeye başlar. Oğlunun başına gelenleri şöyle böyle duyan ve fakat bir türlü inanmak istemeyen kadıncağız heyecanla ve yaşlı gözlerle içeri girer.
Oğluna sarılmak hissiyle ellerini cama doğru uzatır ve merakla, şefkatle sorar:
— "Yavrum nasılsın?"
Oğlu tebessüm eder, "Gördüğün gibi gayet iyiyim anacığım" diye cevap verir.
"Sana işkence yaptılar mı oğlum?" sualine cevap alamaz. "Çok mu?.." diye yineler sualini.
Delikanlı susar, yan tarafta dikilen askerlere bakar, sonra —biraz da dudak bükerek— "Yok canım" der; "işte bilirsin birkaç tokat."
Annesinin meraklı gözleri, oğlunun üzerinde izler arar; meşum izler... Fakat evlâdını yalancı çıkarmak istemez ve "Bu yüzünün gözünün hali nedir o halde?" demez. Sadece kısa bir süre bakışırlar.
Görünen değil, görünmeyenler merak edilir ya bu durumlarda, kadıncağız da heyecanla "Niye dik durmuyorsun? Ayaklarında birşey mi var?" diye sormaktan kendisini alamaz.
Delikanlı gayr-ı iradî hemen doğrulur; "Bak birşeyim yok!" der kızgın bir tonla; "Anacığım sen de amma evhamlısın, sana birşeyim yok diyorum ya!"
Sonra bildik hatır sormalar, oradan buradan havadisler, selamlar, istekler ve ziyaretin bittiğini bildiren uğursuz zil sesi.
Oğul yerinden kıpırdamaz; ziyaretin bittiğine sevinmiş gibidir. Anne ise bu kısa görüşmeden hiçbir şey anlamamıştır. Oradan ayrılmak, oğlunu terketmek istemezse de askerlerin uyarısıyla hemen toparlanır; çaresiz, o yaşlı gözleriyle oğluna baka baka dışarı çıkar. Hemen ardından arkadaşları gelir ve gencin kollarına girerek onu koğuşuna götürürler.
* * *
O gençten bu hâdiseyi dinlediğimde, "İyi ki anacığın bu durumunu görmemiş. Vartayı iyi atlatmışsın" kabilinden aptalca bir şeyler söylemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Gözyaşlarını saklamaya çalışıp "Nerede bizde o talih?" diye mukabele etmişti:
— "Öyle büyük bir hata yapmışım ki hâlâ unutamam. Üzerimde neyim varsa, anam görmesin diye çöpe attırmıştım; iç çamaşırlarımı, gömleğimi, kazağımı, hatta çoraplarımı bile. Fakat nasıl olmuşsa eve gönderilmek üzere hazırlattığım torbanın içerisine diğer eşyalarımla birlikte pantolonumu da koymuşlar.
Bir dahaki hafta ziyarete babam tek başına geldi. Meraklanıp annemin niçin ziyarete gelmediğini sordum; önce söylemek istemedi. Israr edince dedi ki:
— "Pantolonun yüzünden. Ağı baştan başa yırtılmış o paçaları kanlı pantolonun yüzünden."
* * *
Bir Annenin 68 Anıları adlı hatırattan hareketle siyasî içerikli bir yazı yazmaya karar vermiştim. Fakat niyetlendiğim gibi olmadı; başka bir yazı çıktı ortaya; annelerle ilgili bir yazı.
Kimbilir belki Münir Aktolga''nın "Herkesin annesi güzeldir; bütün anneler güzeldir!" sözünün etkisinde kaldığımdan dolayı ya da kimbilir belki de "Hep yazarlar yazıları yazmaz, bazen de yazılar yazarlarını yazarlar" hurafesi karşı konulamaz bir hakikat olduğundan dolayı.
Evet, kim bilebilir?
* * *
Bu yazım ilk kez 12-18 Ocak 2000 tarihli haftalık ''Gerçek Hayat'' dergisinde yayımlanmıştı. Daha sonra aynı yazı ''Arasokakların Tarihi''nde yer aldı.
Bakıyorum da yazının üzerinden on, hikâyenin üzerinden ise otuzbir yıl geçmiş.
Şimdi küçük bir ayrıntıyı açıklığa kavuşturmak zamanı.
İlk kez.
12 Eylül''de sandığa gidecekler arasında anneler de olacak. Bir zamanlar yüreği evlat acısıyla kavrulmuş anneler... Çocuklarının saçlarını okşaması gereken o mübarek elleriyle onların kanlı pantolonlarını yıkamak zorunda bırakılan anneler...
Pek tabii ki benim annem de...
Evet, yanlış okumadınız, ağı baştan başa yırtılmış o paçaları kanlı pantolonu yıkamasına bir türlü mâni olamadığım benim o güzel annem de...
Hikâye dediğime bakmayınız, yıllar önce okuduğunuz hikâye benim hakikatimdi.
Onyedi yaşımdaki hakikatim.
https://www.yenisafak.com/yazarlar/ducanecundioglu/pacalari-kanli-pantolonun-hikayesi-23461