İHSANİYE
Her kültürün, her inancın, her yerleşim biriminin özgün değerleri ve bu özgün değerlerinin taşıyıcıları vardır.
Fethiye Beldesi de ilk kooperatifçilik ile Avrupa’ya Türkü taşımanın öncüsüdür. Bu beldenin bir sivri biberi de İhsan Güvercindir.
İhsan kağıdı kalemi eline alıp yaşadıkları ile duygularını harmanlayıp yazmış. Yazdıklarından bana ilettiklerini siz de okuyun diye buraya aldım.
Gerisini İhsan Güvercin kitaplaştırdığında okursunuz.
FETHİYE’NİN DÜNÜNDEN BİR KESİT
( İhsan GÜVERCİN )
Seyfi Koryürek’le İlgili,(yazımı devam eden kitabımdan bir bölüm):
…”Can Yücel ‘in babası Hasan Ali Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekili ) yaptığı dönemlerde Köy Enstitülerini kurmuş. Bu okullar varlığını sürdürdüğü kısa dönem içinde çok güzel insanlar yetiştirmişti. Siyasi büyüklerimiz! Bakmışlar ki akıllı, dürüst, yurt sever adamlar çıkıyor bu okullardan, hemen önlem alıp kapatarak yurdumuzu büyük bir tehlikeden kurtarmışlardı!!!. Büyüklerimizin!!! Bu vatansever girişimleri sonunda iptal edilip kapısına kilit astıkları gül bahçesinin ilk ürünlerinden biri de bizim köylümüz olan Seyfi Koryürek Hocaydı. Hasan Ali Yücel’in bizzat başarı belgesi vererek ödüllendirdiği Seyfi amca, köyümüzün okuyan ve mürekkep yalayan ilk insanıydı. Türkiye’nin birçok yöresinde öğretmenlik yapmıştı ama onun aklı fikri hep köyü olan Fethiye’deydi. Delikanlılık dönemlerinde menenjit hastalığına yakalanmış Seyfi Amca. Umutlar tükenmiş, ölümle burun buruna gelmiş. Tam bu sırada babam imdadına yetişip atalarından öğrendiği bir koca karı ilacıyla Seyfi amcayı hayata döndürmüş. (Kendisi ballandıra, ballandıra anlatırken sanki o günü yaşarmış gibi olurdu.) O nedenle Babama, bana ve aile fertlerimize karşı özel bir sevgisi vardı. Kitabında ve sohbetlerinde babamdan bahsederken “Köy Profesörü” derdi. Çok sevdiği köyümüzü ve köylülerimizi çağdaş dünyayla kucaklaşmaya adamıştı kendini. O Köy Enstitülü ruhu, yüzümüze gülücük, gönlümüze sevgi olarak yansırdı hep. Kalkınma kooperatifi projesi onun eseriydi. İbrahim Çavuş (Çağlar) ve arkadaşlarıyla hayata geçirdiği o proje sayesinde, etleri bitlerine yetmeyen köylülerin Almanya’ya gitmiş bolca paralar biriktirmiş ve yokluk dönemlerine inat aşırı kilolar alarak göbek büyütmüşlerdi. Köyümüze içme suyunun getirilmesinden, anaokulunun ve ortaokulun açılmasına kadar, daha nice güzel işlerin oluşumunu sağlamış ve bu uğurda çalmadık kapı bırakmamıştı. Arı gibi çalışkan, kurnaz, akıllı, bilgili ve sevecen bir insandı. Bir gün, yine köye gelmişti. Beyaz kısa kollu gömleğine kravat takmış ve ceketini özenle katlayıp koluna asmıştı. Pantolonu ütülü, ayakkabıları pırıl pırıl boyalı, yüzü tıraşlı ve çok bakımlı bir görünümü vardı. Kalın camları olan gözlüğünün camlarını arada bir temizler, sonra eski yazıyla elinden hiç eksik etmediği kağıda her konuşulanı, anlatılanı isteneni kısa sözcüklerle not ederdi. Notlarını alıp, görüşmelerini bitirdikten sonra Sami İlhan Abi’nin Milletvekili seçilmesi için toz-duman içinde koşturan köyün işsiz, okuyamamış aylak gençlerini bir araya getirip bir konuşma yapmıştı. Hayranlıkla dinlemiştim konuşmasını. Seçim konuşmalarına hiç benzemiyordu. Konuşurken gözlerimizin içine bakışında ve ses tonunda bir babacanlık yakalamıştım. O günden beri hep saydım sevdim hep Seyfi Koryürek amcayı. Konuşmasının sonunda Adana Motor Sanat Enstitüsü’nün yatılı bölümünde eğitim görebileceğimizi müjdelemişti. Bir anlık şaşkınlığımızı yüz ifadelerimizde yakalamıştı. Meslek sahibi olmamızın köyümüze, yurdumuza ve en önemlisi bize getireceği kazançları sırayla anlatmıştı. Hepimizde bir sevinç belirmiş ve bu inanılmaz müjdeyi veren adamı daha ciddi bir şekilde dinlemiştik. Sonunda Adana’ya nasıl ve niye gideceğimizi detaylarıyla belirtmiş ve işin garanti olduğunu vurgulamıştı. Seyfi amcanın anlattıklarına yürekten inanmıştım. Göreceğimiz eğitim ve öğretim, başkalarını ne kadar sevindirdi pek dikkat etmemiştim ama, ben çok sevinmiştim. Hemen, Tanrıça gibi algıladığım Anama koşmuş sevincimi paylaşmıştım. Kısa sürede haber yayılmış, işin ciddiyeti kavranmış, veda davetleri düzenlenmiş, hazırlıklar bitmiş, geri sayım başlamıştı. Topluca şehre varıp, Adana’ya gidecek grupla hatıra fotoğrafı bile çektirmiştik.(Seyfi amcanın kitabında o toplu fotoğraf var) Günler çabucak geçmiş ve ayrılık günü gelmişti. Sanki asker sevkıyatı varmış gibi bir telaş almıştı köyü. Seyfi Koryürek amcaydı bize bu heyecan şarabını tattıran, köyden çıkabilecek cesareti aşılayan, yaban ellerde ayak üstünde durabileceğimizi kanıtlayan, doğduğumuz yerde değil doyacağımız yerlerde de yaşayabileceğimizi beynimize kazarak yazan bu güzel insandı. Onu hatıraları ve yaptığı hizmetlerinden dolayı saygıyla ve seviyle anmamak mümkün değil…”
Hüseyin Güvercin(yine yazımı devam eden kitabımdan bir bölüm)
…”Çocukluğumdan itibaren, ilk tanıdığım sanatçı Hüseyin ağabeyimdi. Anamın doğurduğu ilk çocuk oydu, son çocuk bendim. Aramızda bol miktarda kız, oğlan kardeşlerim vardı. Aynı evin bireyleri olmamıza karşın Hüseyin ağabeyimden başkası umurumda değildi. Erişilmez, heybetli ve gölgeli bir insandı nazarımda. Şehirli konukları gelirdi köye, Sazlı, sözlü sohbetler ederlerdi. Güzel giyinen, düzgün konuşan, elinden her iş gelen yetenekli, bilgili bir köylü aydınıydı. Zeynel Abidin Cümbüş’ün icat ettiği Tambur denilen uzun saplı, teknesi alüminyumdan bir sazı Malatyalı Fahri Kayahan tarzında çalar, güzel de söylerdi. 27 Mayıs ihtilali öncesinde Ankara Radyosu sanatçısıydı. Arada bir canlı programa çıkardı. Sesini radyodan duyunca Ankara Radyosu sanatçısıydı. Arada bir canlı programa çıkardı. Sesini radyodan duyunca heyecandan tir, tir titredim. Özendiğim, imrendiğim, hayranlık duyduğum yegane insandı. İlk müzik sesleriyle, ezgilerle, deyişlerle, Pir sulatan Abdal’la, Nesimi’yle, Şah Hatayi ve tarihteki tüm ünlü halk ozanlarıyla o tanıştırdı beni. Bunu yaparken özel bir çaba harcamadı gerçi. O sadece çaldı ve söyledi. Ben de sadece dinledim söylediği demeleri, nefesleri. Ne dinlemeymiş meğer, deldi girdiler yüreğimden içeri. O gün bu gün yüzsüz misafir gibi halen oturup dururlar içimde. “Muhlis’in gurbete, gurbetin muhlis’e” alıştığı gibi alıştık birbirimize. O zamandan beri sarmaş dolaş yatar kalkarız ezgilerle, deyişlerle.
Sanatçı olabilmenin sırlarını bize açıklamadığı ve aşkın kaynağı da işte şuradadır deyip yerini göstermediği için gizli, gizli sitemler ederdim Hüseyin ağabeyime. Oysa, Hızırları, hınzırları, zalimleri, mazlumları, sazanları, yazanları, kazanları, yapanları, yakanları, sökenleri, gülleri, dikenleri, deyişler, nefesler ve türküler içinde gizleyerek şifreler halinde dört bir yanıma serpişmişti. Yaptığı ettiği her şey meğer aşkın kaynağını işaret edermiş ama ben anlamazmışım. Cahillik işte.
Bütün yapı taşlarımın yerimden oynadığı, iç depremlerimin durmak bilmediği, her şeyi öğrenmek, bilmek istediğim dönemimde, Pir Sultan Abdal’ın; Danışan dağlardan aşar mı aşar” deyişini söyleye, söyleye küpe yapıp kulağıma takmıştı. Şah Hatayi’yi, Yunus’u, Harabi’yi, Dertli’yi, Kul Himmet’i, Virani’yi, daha iyi anlayabilmem için zeminler oluşturmuş, birde yetmezmiş gibi 1967 yılında “Ara Bul” diyen Hacı Bektaş Veli’ye götürmüştü beni. Hacı Bektaş Veli, 13.asırda “Ara” deyip görev veren, “Bul” deyip amaç belirleyen ulu bir bilge. Hacıbektaş ilçesindeki türbesini ziyaret ettiğimde inanılmaz bir enerjiyle dolmuştum. Onu özümsemeye başlayınca kafam iyice karışmış, artçı ve öncü depremlerle sarsılmalarım yoğunlaşmıştı. Ne demek “Ara-bul”.Neyi nerde nasıl arayacağım ve nasıl bulacağım? Aramayla bulma arasındaki dönem ne olacak, neyle dolacak, nelerle karşılaşacağım diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Neyi, nerde, neyle, nasıl arayacağımı düşünürken, Pir’in bir başka sözü yine Hüseyin Güvercin’in nefesiyle yetişti imdadıma: “Her ne ararsan kendinde ara”. Çok önemsedim bu öğüdü. Çırpına, didine kendimde kendimi aramaya başladım. Aradıkça dehlizlere, labirentlere, dağlara, taşlara tosladım. Bir yerlerimin kırıldığını, kanadığımı hissettim sanki. Bazen de müthiş hazlar aldım. İstekle ürkeklik iç içe aradım kendimi kendimde. Yaptığım işin saçmalığına karar vermeye hazırlanırkenYunus Emre çıktı karşıma. “ Bir ben var benden içerde” diyen bir miskin adam!13.asırda yaşamış ve günümüze kadar adı silinmemiş olduğuna göre kesin önemli bir adamdır deyip kendi kendime sorar oldum. Yahu kimmiş bu “benden içeride olan Ben” diye, diye içime dalıverdim günün birinde. Hırsızların, kinlerin, komplekslerin, çatışmaların içinde buldum kendimi. İçim içimi yerken “Bir ben ile bir başka olan benle” karşılaştım içimde. Uzun süre “Ben”leri ve aralarındaki kavgaları, zıtlaşmaları, çekişmeleri, çatışmaları izledim ama olup bitenleri uzun süre kavrayamadım. Akıl erdiremediğim bu“Ben”lerin kavgası, insanın evrimlerle, devrimlerle bitiremediği kavgaymış meğer. İnsanlığın çözemediği bu meseleyi tek başıma nasıl halledecektim ki? “Ben” kimdim, beni bana boğduran diğer “ben” kimdi? Hangi “ben” beni bana anlatacaktı? Olduğum “ben” olmak istediğim “ben”. Bu benlerin hangisi bendi? Benlerin çekişmesi girdap gibiydi. Daldım aralarına. Kavgaların arasına düşe kalka gezmeye, aramaya devam ederken nice zaman sonra da Yine Hüseyin Güvercin Ağabeyimin dizelerinde akıl, mantık, şuur, üçlüsüne rastladım. Ayrılmaz üç arkadaş. Birbirlerine tutkun, kopmaz, ayrılmaz belalı bir çete sanki. Aralarındaki bağlantıları, görev paylaşımını, çalışma sistemlerini anlamak için çok düştüm kalktım. Bazı düşüşlerimde ağzım burnum kan içinde kaldı. Yıllarca acılarını çektiğim ham işler yaptım. Akıllı olduğumu sanırken mantığı ihmal ettim. Mantıklı olayım derken şuuru ihmal ettim. Şuur altını yoklamayınca da önceki yediğim bokları tekrar yemek zorunda kaldım. Düşe kalka, kan revan içinde kala, kala, üçüyle de iyi anlaşmak gerektiğini öğrendim. Bir ihmal edilirse ya da önemsenmezse sıçıyorlar insanın ağzına. İşte bu hem korkunç hem tanrısal nitelikleri olan üçlünün hayatımızdaki yerini ve önemini biraz olsun kavramaya başlayınca, Pir Hacı Bektaş’ın; “Okunacak en yüce kitap insandır” buyruğunu daha iyi algıladım. Hüseyin Güvercin Ağabeyimin elime iliştirdiği o kitabı halen okumaya devam ediyorum. Bitecek, anlaşılıp özetlenecek gibi bir kitap değil. Ne başı var, ne sonu var.
Hayata dair Bilgi şifrelerini, inişlerin ve çıkışların hayatımızdaki evrelerini kendine özgü örneklerle Hüseyin Ağabeyim gösterdi. Babamı o anlattı. Ezgileri, deyişleri, doğayı o sevdirdi. Dünyasal varlıklara değer vermezdi. Çok keyifli güler, hıçkırarak ta ağlardı. Babam Derviş Ali’yi iyi, algılamış, anlamış, kendine özgü yaşam felsefesi geliştirmiş bu adamın tanıdıkları, sevenleri çoktu ve ona kısaca “Güvercin” derlerdi. Çok sevdiği karısını ani ölümünden duyduğu derin üzüntüyle kanser oldu ve “Deli Hüseyin” lakabıyla 1987 yılının Kasım ayında terk etti buraları. Tamburunu ve türkülerini yetim bırakıp deli, deli çekip gitti Koca Tamburi Hüseyin Güvercin. Yaşantıma bu denli önemli izler bırakan bu “deli adamın” yanında sigara içemedim, ayak, ayak üstüne atıp karşısında oturamadım ve hiç saygısızlık etmediğim gibi sevgimi de yüzüne haykırmadım. Sesi halen kulaklarımda çınlar ve onu hep özlerim…”
KÖYÜMÜN İNSANLARI
Şu köyümün insanları
Kimi sinek kimi arı
Tek, tek tanıyın onları
Ne ettiler neler oldu
Hamdi, Salman ağaları
Bizler görmedik onları
Geriye kalan malları
Oğulları satar oldu
Şu Kekeç Memet Efendi
İyi bir insanmış kendi
Yaktığı ocaklar dindi
Şimdi baykuş öter oldu
Köyün esnafı bakkalı
Musa, Kör Haydo, Cin Ali
Şimdi yurtlarında çalı
Hoyrat, hoyrat biter oldu
Kemikçi Battal rahattı
Rakı, tütün, şarap sattı
Yaz kış hep dükkanda yattı
Bolca para tutar oldu
Hoş sohbetti Derviş Ali
Gerçekleri derdi dili
Kurudu bağında gülü
Diktiği bağ heder oldu
Bekar emmi hoş adamdı
Konu komşuya yaradı
Sevdiği bir şarap vardı
Kadeh, kadeh atar oldu
Hasan Tahsin işin bildi (Tahsin Öksüz)
Yokluğun bağrını deldi
Kalkıp Almanya’ya geldi
Son deminde gezer oldu
Cici emmim çok dolaştı (Hüseyin Öksüz)
Geçim derdiyle dalaştı
Mülayimdi ağır baştı
Oğlu ona keder oldu
Bir de Ahmet emmim vardı (Ahmet Öksüz)
Sanki dünya ona dardı
Hocaydı ve bahçıvandı
Çile çeken peder oldu
İbrahim ışık kır baştı
Çavuş oldu çok dolaştı
Sessizce gedikten aştı
Aramızdan gider oldu
Kötü Musto şakacıydı
Avradı Güşe bacıydı
Zengin idi davarcıydı
Koyun kuzu satar oldu
Bir İbrahim Çavuş vardı
Pınar başındaydı yurdu
Köye kooperatif kurdu
Kervanlara katar oldu
Muhtar Ahmet ufak boylu
Mayası pak asil soylu
Gardaşıydı Arpaoğlu
Aşağı Tenci diyar oldu
Tencide biri daha var
Ak sakallı Pir ihtiyar
Hüseyin Dede o serdar
Gönlümüzde yatar oldu
Sami İlhan ile içtik
Diken ektik güller biçtik
Meclise Mebussan seçtik
Yaşamadı gider oldu
Mustafa Baba şıh oldu
Aradı kısmetin buldu
Tirenin altında kaldı
Kanı hata akar oldu
İlahi toprak Cümiye
Birkaç liraydı yevmiye
Binmeden gitti gemiye
Sinesini yakar oldu
Cırıl Cafar candan bıktı
Felek yuvasını yıktı
Tutuk aya tüfek yıktı
Per perişan beter oldu
Harmanda hep ava gitti
Yaşı yüz yirmiye yetti
Sakalında siyah bitti
Gören sandı sakar oldu
Camanın Veli polattı
Koç gibi koyakta yattı
Avratlar aldı bıraktı
Gönlünde hep bahar oldu
Daha nice canlar öldü
Kimi ağladı kimi güldü
Sıra kalanlara geldi
Onlar neler eder oldu
Yılmaz İlhan köy muhtarı
İkiye böldü katarı
Mührünün anahtarı
Her kapıyı açar oldu
Güvercin’e yar taburdu
Mızrabı bağrına vurdu
Hızar atölyesi kurdu
Tahta, tomruk biçer oldu
Vartan Avadis’le gezdi
Kurnazca her şeyi sezdi
Çekiçle demiri ezdi
Şekil verip satar oldu
Süleyman Çavuş söz eri
Canlı tarih gibi seri
Bilinmez toplumda yeri
Güneş gibi batar oldu
Kör Hüsoğun Ali hastır
Her cinsten insana dosttur
Babasından almış destur
Ocağı hep tüter oldu
Kara Maça, Maççik Memet
Çektikleri bolca zahmet
Eli Değneklinin Ahmet
Şehirler göçer oldu
Zülfikar Dedeye nazar
Kazım dede name yazar
Bedestende eder Pazar
Lalı gevher satar oldu
Seyfi Koryürek muallim
Gezmiş görmüş çağdaş alim
Şu gurbet denilen zalim
İlden ile atar oldu
Matemin yüzü gülmedi
Neşe muhabbet bilmedi
Söze sohbete gelmedi
Dut dibinde yatar oldu
Hasan Babanın Hüseyin
Kahvecisiydi köyün
Günde en az iç beş öğün
Bolca küfür eder oldu
Gaffar Abidin çobandı
Dostu düşmanı babamdı
Bizim bahçeye dadandı
Dağda çalım satar oldu
Omarın Hallo bağırdı
Gelip geçeni çağırdı
Başında yüklü ağırdı
Kah ağa, kah naçar oldu
Çakalın Yusuf saz ile
Çalar söylerdi naz ile
Arası yoktu yaz ile
Bahçıvanlık yapar oldu
Ziya öksüz yol kat etti
Uzunca yollara gitti
Ömrü kamyonda bitti
Canı yolda uçar oldu
Tülek Satı hep söverdi
Çoluk çocuğu döverdi
Herkes de onu söverdi
Yünden iplik yapar oldu
Bir Hip Gülo bibi vardı
Tenciye kadar coşardı
Şimdi Malatya’da yurdu
Köye doğru bakar oldu
Kimi kavruldu yağına
Kimi ters düştü çağına
Kimi küstü ocağına
Kimileri içer oldu
Şu köyümün insanları
Yazdırıyor destanları
Sonra yazam kalanları
Hayli vakit geçer oldu
Güvercine darılmak yok
Üzülmek yok kırılmak yok
Aramaktan yorulmak yok
Dost düşman seçer oldu
İhsan Güvercin, 19.11.1984-Rechtenbach-Almanya
Ali AKSÜT