YABAN
(Aliseydi Sevim )
“Sakarya Savaşından sonra düşman orduları Haymana, Mihaliccık ve Sivrihisar bölgelerini, bize , yer yer ateş yığınlarıyla örtülü ıssız ve engin bir virane halinde bıraktı. (…)
Garp cephesi Komutanlığının gönderdiği (…) “Tetkiki Mezalim Heyeti” azasından biri bu kayıtsızlığa karşı şaştı:
- Nasıl olur! dedi, nasıl olur. İnsan yıllarca beraber yaşadığı bir kimsenin nereye gittiğini, ne olduğunu bilmez mi?
Köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı.
Yalnız içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük ve sıska bir adam, döndü:
- Dee, sizin gibi bir yabanın biriydi, dedi.”
Köylünün bahsettiği kişi Kurtuluş savaşının bir cephesinde bu topraklar ve üzerindeki insanlar için bir kolunu kayıp ve feda etmiş bir sürede bu köyde kalmış olan: Ahmet Celal, idi.
Ahmet Celal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, “Yaban” adlı romanın baş kahramanı , bir entelektüel, Türk aydını idi.
O, bu memleket,- bu köyde bu memlekettin bir parçası olması hesabı ile- bu köylüler içinde bir kolunu feda etmekten çekinmemişti; fakat uğurlarına kolunu kayıp ettiği bu insanlar ona “Yaban” diyor, yaban gözü ile bakıyorlardı!
Suç, ya da sorumluluk kimdeydi… İşte Ahmet Celal, işte “Yaban”dan pasajlar…
“Bunun sebebi, Türk aydını gene sensin! Bu viran Ülke, bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten, ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdide gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.”
“Anadolu Halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne biçeceksin?..”
“Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş, senindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşanmak şevkinden yoksun bir avuç kazazede olarak bırakmışız. Açlık hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir.Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları her yanından örtülü bir zindan gibi mahpus kalmıştır.”
“Evet, aramızda bir bağ bir ilgi var mıydı? Siz benim için yerin dibinden çıkmış müstehasaler ve biz sizin için başka bir küreden inmiş mahluklar değimliydik? Sizin, altında barınacak bir damınız, başınızı koyacak bir tek yastığınız yoktu. Biz ise o kadar büyük arabalarımız içinde ve en yumuşak yataklardan daha yumuşak yastıklar üstünde idik.”
“Biraz sonra siz, yangın külleri içinde kavrulmuş buğday ve arpa tanelerini toplamaya ve onları iki taş arasında öğütüp yemeğe giderken, biz, yolun ferahlı ve sulak bir yerinde duracaktık ve güneşten daha parlak çatallarımızın ucuyla, ezilmiş etler, soğuk börekler ve taze meyveler yiyecektik ve bunları yerken esmer harp ekmeğini biraz tatsız bulacak ve geniş zamanların bize bahşettiği( daha mükemmel bolluğu) hatırlayacaktık. Bilseniz, biz buna benzemez ve yemekler tattık ve rahat yerlerde oturduk, ne ferahlı saatler geçirdik.”
“Dünyanın başka yerlerinde öyle memleketler vardır ki, düzenini periler kurmuş sanılır. Bastığınız yere sanki kadifeler döşenmiş gibidir; teneffüs ettiğiniz hava insanın başını döndüren bir Kevser’dir; kadınları çiçekler ve çiçekleri kadınlar gibi kokar, orada herkes, her dakika gülümser, her dakika, herkes için düğün bayramdır ve her oturulan sofra sanki bir hükümdarın ziyafet sofrasıdır. Geceleri, sizi bekleyen yatak, kuş tüyündendir. Öyle ki vücudunuzu içine bıraktığınız zaman, kendinizi göklerde bir buluta yaslanmış sanırsınız ve tavan, başınızın üstünde yıldızlı gecelerin kubbesinden daha süslüdür: İşte, bu altımızda tepinen gururlu, çalımlı araba da oralardan getirilmiş bir sürat ve rahat aletidir. Hayatı, oralardaki yaşayışa göre anlayan vücudumuzun, sizin yaptığınız kağnı arabalarına binmeye artık tahammülü yoktur; nasıl ki, bir defacık olsun sizin yediğiniz ekmekten yiyemeyiz.”
“Ey, yanmış tarlası üstünde beyaz sakalını yolan ihtiyar; ey, evladının mezar taşından başına yastık yapan ana; ey, geceleri, köpeklerle beraber uluyan aç çocuk; ey, bekareti iğrenç bir yara halinde kanayan genç kız, Allah cümlenizi bizim düştüğümüz dertten masum eylesin.”
Aradan üç çeyrek asır geçti; o gün ile bu günün (maddi) yaşama standartları arasındaki makas oldukça daraldı; fakat aydın avam arasındaki kopukluk hâlâ devasa bir boyutta… Hâlâ, halkın meseleleri ile ilgili seminerler, konferanslar tatil köylerinde, bilmem kaç yıldızlı otellerde, beyaz camda yapılıyor ve bilgiler sanal ortamda (internette) yayımlanıyor.
Hâlâ aydınımız, insanlığın meselelerini görüşeceği yerlere, çoğunluğun kullanamadığı vasıtaları, uçakları kullanarak gider; hükümdarlar için hazırlanmış sofraların ve çiçekler gibi görünen ve kokan kadınların bulunduğu; masmavi gökyüzü ile deniz arasına sıkışmış pamuk kümesi gibi bulutların parlak ufuklarını süslediği; ancak perilerin düzenleyebileceği sanılan göz kamaştırıcı ortamlarda ve bülbül seslerini gölgede bırakacak melodilerin coşturduğu ve avamın bulunamadığı yerlerde yapar…
***
Ali AKSÜT’ten bir hafta sonra beldemize gelen ehl-i sünnet temsilcileri ( İl,İlçe Müftüsü ve mahiyetindeki hocalar)ı karşılama hazırlığına günler öncesinden başladık ve onları büyük bir kalabalık ile karşıladık. Onlar, eşraf ve devleti-i erkan’ın iltifat ve taltiflerine mahzar oldu. Konuşmalarını ancak alkışlarla kesilebildik. Haremlik selamlık uygulayan ve eşlerini türbanla örtenlerin karşısına, tarihimizde bir ilki gerçekleştirerek, kahvehanelerde kadınlarımızı diktik. (Bundaki hikmeti ise umarım, büyüklerimiz biliyorlardır?!) Ve geleneksel yiyeceklerle ikramlarda bulunduk: bazlama, gözleme, pide, katmer, ayran vb… ikramlarımızı gün kurusu kayısılar, kundağında kurutulmuş kara üzümler ve çeşitli pestiller ile tamamladık…[1]
***
Dede ve dedebabalık müessesesi burada, bu gün için yok olmaya yüz tutmuş; hatta yok olmuş; dede ve dedebabalar ile Alevi-Bektaşi inancını benimsemiş halk arasında mevcut olan gelenekselleşmiş bağ oldukça zayıflamış, hatta yer yer kopmuş.
Asıl olan inancın özüne uygun yaşamaktır, düsturu… Biçim, ritüel ( namaz, ,abdest, vb) o kadar (hatta hiç) de önemli değildir şeklindeki bir bakış bizi, biçime olduğu kadar özede yabancılaştırmış ve gelenekselleşmiş kadim değerlerin olduğu gibi her türlü düşünce ve inancında asilerine çevirmiştir.
Zamanla, rüzgarın esiş yönüne doğru yelkenlerini dolduran, sürüklenen bir sonbahar yaprağına dönüştük ve hedefine varmak için rüzgarlara, fırtınalara karşı savaşan; ilkeli, köklü bir kimlik(gelenek)e bağlı ve miracı olan bir tarik ehli olmaktan çıktık.
Bu güne dek, geniş halk kitlesini erkâna bağlayan ve bu bağları canlı tutma görevini yerine getirmekte olan dede ve dedebabalık müessesinin yok olmakta olması, halkı hedefsiz bir sürü insanı haline getirmiştir. Eğitim imkanı, ülkenin en ücra köşelerine dek ulaşmış ve kolaylaşmıştır. Fakat, dünyanın ekonomisini elinde tutan ve medyayı da büyük ölçüde kontrol eden egemen anlayış(güç), endüstri çarkının verimli bir şekilde yürümesi için gerekli olan önceden hesaplanabilir, yönlendirilebilir bir pazar ve müşteri(insan) tipini, televizyonlar aracılığı ile her eve girerek aşılamakta ve yaratmaktadır… Yeni arz edilen ürünleri, kolayca talep edebilecek, talebi önceden hesaplanabilecek bir insanın, köklü bir geleneği, inancı ve düşüncesinin olmaması lazım gelmektedir. [2] Yani, ilkesizliği gereksemektedir! Nitekim, bunda da başarılı olunduğu aşinadır!…
Müftü’ye olan ilginin de, bazı yörelerde “Kırk dernek Ali” lakabı ile anılan Alevî bir aydın olan Ali AKSÜT’e olan ilgisizliğin de sebebi aynıdır. “İlgi, itibar, iltifat ve taltif insana, inanca ve düşünceye değil; günümüz insanın rüzgarın esiş yönüne doğru yelkenlerini doldurması gerektiğine dair güçlü bir inancın sonucu olarak, maddi getirisi yüksek olan makama, mevkii ye ve orada bulunduğu sürece de o zata yapılmaktadır. İnsanın, inancın ve düşüncelerin değer addedilmeye başladığı zaman ve mekanlarda Ali AKSÜT’ler itibar görecek ve görmektedir de. İnanmıyorsanız, en azından “Google”a bir sorun!..”
Ali AKSÜT’te, Ahmet Celal gibi halkla beraber ve hep onlarla bir arada idi; fakat bu birleşmiş, kaynaşmış ve bütünleşmiş bir birliktelik değil; bir kaptaki yağla suyun bir aradalığı gibi bir şeydi!.. Bir arada; fakat farklı ve ayrı…
Evet, işte bu yüzden de Ali AKSÜT halk(avam)la bağı kopmuş bir aydının simgesi idi; tıpkı “Ahmet Celal” gibi;halk ona ilgisizdi; çünkü onlar(halk)da köklerine yabancılaşmıştı. Ali AKSÜT yaşayışı, düşünceleri ve söyledikleri ile bildiğimiz eski Alevî aydınına benzemiyordu. Bizse, eski dedeler gibi yaşayan ve konuşan dedeleri de; eski dedelerden farklı yaşayan, farklı düşünen ve konuşan dedeleri de yadsıyorduk!.. Başka bir aydın ve dede, dedebabalık bekliyorduk. Eskiyi olduğu gibi kabul edemiyor; yeniyi anlayamıyor, ne istediğimizi ise tam olarak bilemiyorduk!.. Bir şeylerden bahsediyor, hatta kimi zaman savunuyor gibiydik… Oldukça çok şeye de muhaliftik. Savunduklarımız, sistematik ve bütünsel bir yapı haline gelememişti; dolaysıyla karşı çıkışımızda da bir asilik vardı; çünkü karşı çıkışımız apaçık bir seçimin sonucu değildi; peşinde koştuklarımız da sanki her gün farklı bir yerde ve farklı bir şekle giren kum tepeleri gibiydi!.. E. Fromm’un deyişi ile geriye gidemiyor ve yerimizde de duramıyorduk; ilerlemek istiyorduk; fakat nereye gideceğimizi ise pek bilemiyorduk…
Güneş gibi apaçık görünen, gösteren bir kutup, gereksiyorduk; hatta bu bizim için artık bir zorunluluktu! Bir doğmayı seçebilmek için önce, güçlü bir ışığın sisleri silmesi, bulutları kürümesi gerekiyordu!..
Işık, bütün insanların içinde bir potansiyel(bilkuvve) olarak mevcuttur; fakat ateş odunu yakar; ışığı kararanlığı aydınlatır. Aydınsa bir bakıma yanmakta olan ateş ve parlamakta olan ışıktır.
Budizm’e göre nirvana sönmek- kemale ermektir. Sönmek bir bakıma arızinin bakide ölmesi; ölümsüzleşmesidir. Yanmadan sönülmez, yanarken başka bir ateşin kaynağı, ışığı olarak ölmek gibi bir misyon önce yanmakta olan ışık(aydın)ındır.
O, önce Guatama Sidharta (bir insan)idi, sonra Bodhisatva(uyanmakta olan varlık-uyanık tabiatlı), daha sonrada Buda(uyanmış olan-Mutlak uyanıklık) olur.
Beni(karanlığı), Bodhisatva’lar, Buda’lar aydınlatmayacaksa; kim aydınlatabilir ki?..[3] ( Fethiye / 2005 )
Dipnotlar:
[1].Aklım yetti yeteli, ilk olarak kahvehaneye, erkeklerin bulunduğu böyle bir ortama ilk olarak kadınların geldiğini gördüm. Onlar kadınlarını türbanla örter, haremlik selamlık eğiliminde olduklarını her vesile ile gösterirken biz kadınlarımızı, bir ilki gerçekleştirerek onların karşısına diktik. Bunun nasıl bir ilericilik ve aydın bir anlayışı yansıtmış olabileceğini ise hala anlamış değilim. Umarım, büyüklerimiz bundaki hikmeti biliyorlardır(?!)
[2] Müslüman domuz eti yemez, emri; domuz eti sektörü açışından, koca bir pazarın önünü kapatmaktadır.
[3]Tradisyonel ekol acısından, her kutsal yolcunun hedefi birdir. Her din, mezhep ve tarikatın kullandığı terminoloji farklı olsa da; varılmak istenen hedef tevhittir.
Buda ise Budizim’in tevhit, bir olma inancının simgesidir. Burada, bir olan “Buda” ile “Buda,lar” deyimi bir paradoks oluşturur gibi görünse de, cüzilerdeki, külliye atıfta bulunulmuştur.
BİR FETHİYELİ GÖZÜYLE
(Aliseydi SEVİM )
Yüksekliği istedim, onu alçak gönüllülükte buldum.
Hz. Ali
“Zira biri var, biri; söz dinler kulağımda;
Hem söz söylüyor, hem gizlenmiş ağzımda;
Kimdir bu gözlerimden öyle dışarı bakan!
Söyler misin kim, beni bir gömlek gibi giyen can?”
Mevlana
Ak sakallı bir koca, hiç bilmez ki hal nice
Emek vermesin Hacca bir gönül yıkar ise
…
Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı
İki cihan bed-bahtı kim gönül yıkar ise
…
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumamaz değil
…
Yunus Emre der hoca gerekse var bin hacca
Hepsiden iyice bir gönüle girmektir.
…
“Gözsüz beni nerde göre gönüllere giren benim”
…
Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözü can gerek anlayası
Yunus Emre
Ali AKSÜT’ün Kitabından