Talib’e Mektup(2)
Talib,Tahtını Gönüllere Kur
Upuzun bir konvoyla Fethiye’ye doğru gidiyoruz. Kimi zaman bu konvoy uzun, kimi zaman kısa. Bazen ise daha kısa veya daha uzun olur… Böylesi günlerde, ille de bir konvoy olur… Köye yaklaştığımızda, Kör Pınar’ın çukuruna bir dalış yapılır, karşı tarafa kaptırarak çıkmak için. Kör Pınar’ın yokuşunun aşılıp düze çıkışımızla, Köye yönelişimiz bir olur. İşte bu noktaya varanlar, kornalarını çalmaya başlarlar. Bazen kimileri km uzaklıkta bile kornasına basmaya başlar. Fakat, çoğu zaman bu aceleciliğe eşlik eden pek olmaz… O da, susar.
Kornanın duyuluşu ile, konvoyun duracağı kapıya doğru, Köylünün hücumu bir olur. Geceyse, uyuyanlar uyarılır kalk, kalk geldiler, çabuk ol diyerek. Gündüz yada akşamsa, kimileri kahvehanelerde oyununu bozar, kimileri işini bırakır çabuk çabuk koşar adımlarla o kapıya, doğru koşarlar… Büyük, küçük; genç ihtiyar; zengin, fakir hemen hemen herkes, koşuşur. Herkeste bir heyecan, bir heyecan vardır ki sormayın gitsin… Fakat asıl heyecan, konvoyun başındaki aracın içindekiler ve onların en yakını olanlar ile konvoyun duracağı kapının sahiplerindedir…
Adettir, ille de bir konvoyla yada kalabalıkla olur bu şeyler. Bu gün için konvoyun neresinde olduğumuzun pekte bir önemi yok! Fakat, ille de bir gün bu konvoyun yada kalabalığın en başında olacağız. Çaresi yok… Kuran böyle kurmuş!
Yol aynı yol, taştan, çakıldan… evler aynı ev kerpiçten, ağaçtan demirden çimentodan… caddeler aynı cadde, mahalleler aynı mahalle ve Köyümüz aynı köy… araçlar aynı araçlar: metalden, lastikten, boyadan ve kornaları da aynı korna: dooot, düüt gibi çalan sesleriyle. Fakat, insanlar kimi zaman aynı kornalara, ne kadarda acı acı çalıyor; kimi zamanda ne kadar şen şakrak sesler derler.
Kornanın acılı acılı mı çaldığını; yoksa eğlencenin, zevkin mi simgesi olduğunu konvoyun başındaki aracın neyi taşıdığı, belirler. Her halde de, kendisi için tören düzenlenen zatın elbisesi beyaz, aktır… Ak, gerek Dünyevi, gerekse uhrevi anlamda aydınlık, temiz ve parlak bir istikbalin simgesidir. Bir bakıma insanın karşı koyamadığı, çaresiz sona dayanabilmek için, en büyük inanç, temenni ve umuttur. Karanlıktan, bir ışık; acı ve sevinçli bir bitişten, sondan yeni ve mutlu bir başlangıç çıkarma avuntusudur… Bir halde bu ak elbise telli duvaklı, bir halde ise kolsuz kaftandır…
Hepimiz, telli duvaklı neşeler ve umutlardan mürekkep canların taşındığı konvoyun, kalabalığın kapımıza gelmesini, durmasını ve içindekileri bizim eve getirmesini isteriz; fakat kolsuz kaftan taşıyan konvoy ve kalabalıkları hatırlamaktan bile ürker, korkarız, ama biliriz ki çırpınışımız çaresiz ve boşunadır…
Ağlayarak gelir, ağlatarak gideriz bu dünyadan. Gelişimizde elimizde değildir, gidişimiz de. Ama ikisi arasındaki süreyi, nasıl geçireceğimizi belirlemek, bir nebze olsun elimizdedir!.. Shakspeare, “Hayat, provasız sahneye çıkılan, tek perdelik oyundur,”der. Asıl zor olanda budur… Provasız çıkılan bir sahnede, elemden çok, hazzı; acıdan çok, sevinci; hayal kırıklıklarından çok, umudu ve utkuyu oynayabilmek ve, ve varlığı boşluk dolduran, yokluğu aranan, keşke şimdide oldaydı, hele ki de vardı dedirten, dolu dolu yaşayan ve yaşatan anılar bırakan bir rolü oynayabilmek belki de, ölmeden ölmek ve ölümsüzlükte doğabilmektir.[i]
TİMURLENK
Semerkant yakınında, 1336 Ottar Sir Derya üzerinde, Maveraünnehir Emiri. Timurlular hanedanının kurucusu ve ilk hükümdarı(1370-1405). Barlas oymağının Gürkan oymağı başbuğlarından Emir Taragay Çağatay Emirlerinden Cenkci Noyan’ın kızı Tekine Hatun’un oğlu. Gürkan ailesinin Cengiz Han soyundan geldiği ileri sürülse de, Timur aslında İslamlığı savaş aracı olarak kabul etmiş ve Moğol boylarının da desteğini sağlamak için de kendisine Cengiz Han’dan indiğini söylediği bir soy ağacı uydurmuş olan Türk emiridir. Ancak, Timur’u Türk boyu olarak kabul eden tüm yabancı kaynaklar, Timur soyundan inen Babur’un Hindistan’da kurduğu imparatorluğu “Moğol” diye nitelendirmekle çelişkiye düşerler.
Timur’un çocukluk çağı Semerkant otlaklarında yaşayan Barlas oymağındaki iç kavgalar ve Çağatay Hanlığı’nda çıkan karışıklar arasında geçti. Gençlik yıllarında başıboş yaşayan Timur, bir baskın sırasında yaralanan ayağı yaşam boyu sakat kaldığından, Türk, İran ve batı kaynaklarında “Aksak Timur”, “Timurlenk”,”Tamarlene”, gibi lakaplarla anıldı.
Barlas oymağının başı olan amcası Hacı Barlas’ın, eşkıyalar tarafından öldürülmesinden (1361)sonra, Barlas oymağında başına geçen Timur, Tuğluk Timur’un Maveraünnehirin yönetimini kendisinin elinden alıp oğlu İlyas Hoca’ya vermesi üzerine Semerkant’tan ayrılarak Kuzey Afganistan’da Belh kentine çekilmiş olan kayın biraderi Emir Hüseyin’e katıldı. Afganistan’da, Harim’de, Buhara’da, Hindistan’da çeşitli savaşlara katılan Timur, 1000 atlıdan oluşan vurucu bir birliğin komutanı olarak ün kazandı. Timur kayın biraderi ile anlaşmazlığa düşer, iyice güçlendikten sonra, kayın biraderi emir Hüseyin’in emirleri ile anlaşarak, onları yanına almasının ardından , emir Hüseyin’in üstüne yürür ve Kunduz savaşında(1369) emir Hüseyin’in tutsak alır ve öldürtür.
Belh’te toplanan kurultayda kendisine “Sahip Kıran”, ve “Ulus Beyi” unvanları verildi; ayrıca, Çağatay eski hanlarından Kazan Han’ın kızıyla evlenerek “han damadı” anlamına gelen ölümüne kadar kullanacağı “Küregen” lakabını aldı. Kes’i kurduğu Timurlu devletinin merkezi seçerek bağımsızlığını ilan etti(1370).
1377’de Çağatay seferinde Karettin kuvvetlini Kaçkar’a kadar kovaladı ve Çağatay Hanlığını büyük vergiye ağladı ve geri çekildi. 379 Yusuf Sofi’yi yakalatıp öldürttü ve tüm Harizmi ülkesini ele geçirerek kendi ülkesine kattı. ….1380 Büyük Horasan seferini başlattı. Ele geçirdiği Heratta çıkan ayaklanmayı şiddetle bastırırken,. tüm Kertleri öldürerek bu hanedanlığa son verdi.(1381.) Ertesi yıl Serbedariler’in üzerine yürüyüp başkentleri Sebzvar’ı ele geçirdi.(1382) Daha sonra Sistan’a geçerek Kandehar’ı aldı ve kendisine karşı olan tüm emirleri ortadan kaldırdı.(1383) Gürcan’a girip emir Veli’yi yenilgiye uğrattı. Esferain ve Esterab’ı fetih ederek , tüm Gürcan ülkesini topraklarına kattı.(1384) Böylece doğu İran’ı ele geçiren Timur, ardından batı İran’a yönelerek Irak’ı acem’e girdi ve Celayirli’lerin ülkesini egemenliğine aldı. …(1385) Timur Tebriz’i işgal etti. Nahcivan üzerinden Gürcistan’a geçip Kars’ı ardından da Tiflis’i ele geçirerek Azerbaycan’ın fetihini tamamladı.(1386)
Öte yandan , Kalka savaşında (1380) Emir Mamay’ı kesin yenilgiye uğratarak Altınordu Hanlığı’nı elde eden, böylece Altınordu ile Akorduyu birleştirip Seyhun’dan…Kieve. ….Önce Hazar denizinin güneyi ile Mazendaren bölgesinde hüküm süren Şii beyliklerini ortadan kaldırarak topraklarını ülkesine kattı.(1392) sonrada Müzafferi’lerin üzerine yürüdü; yapılan savaşta yendiği hükümdarları Mansur Şah’ı yakalatıp öldürterek tüm Şiraz ve Kirman bölgesini egemenliği altına aldı.Ardından ani bir baskınla Bağdat’ı ardından da Erbil, Musul ve Cizre’yi ele geçirdi. Urfa’yı da ele geçirince Irak’ı Arap Fatihini tamamlamış oldu. Ertesi yıl Diyarbakır Mardin üzerine yürüyen Timur, Toktamış’ın Şirva’a baskın yaptığını haber alınca, Gürcistan’a çıkarak Tiflis’e geldi. …Kafkasya’ya giren Timur, … Ukrayna ve Kiev’e yürüdü. Kırım’la Azak çevresindeki Ceneviz ve Venedik kolonilerini ele geçirdi. ….Moskova yakınlarına kadar ilerlemişken, kış dolaysıyla kuzey Kafkasya’ya , oradan da Semerkant’a çekildi. Gözünü Hindistan’a dikti, Delhi’yi ele geçirdi(1398). Müslüman mahallesi dışında kalan yerlerde büyük bir katliam yaparak tekrar Semerkant’a döndü. Gürcistan’ı kesin egemenliğine aldıktan sonra ardından, Ardahan, Kars üzerinden Bingöl’ü geçip Malatya ve Sivas’ı ele geçirdi; güneye yönelerek sırasıyla Hama, Humus, Baalbek ve Şam’ı alıp tüm Suriye’yi fetih etti.(1400)Bağdat’ı ele geçiren Ahmet Celayir’in üzerine yürüyerek kenti geri aldı ve oradan da kışı geçirmek için Tebriz’e döndü.
Öte yandan Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıt’ın Sivas ve Erzincan’ı geri alması; ayrıca toprakları Timur tarafından işgal edilen Karakoyunlu Kara Yusuf ile Ahmet Celayir’in kaçıp padişahın yanına sığınması; bu ikisinin kendisine teslim edilmesini isteyen Timur’a ret yanıtı verilmesi, bu davranışı düşmanca bir tutum sayan Timur’la Yıldırım Bayezit’in aralarını açtı. Taraflar arasında hakaretler dolusu mektupların gidip gelmesinden sonra, Timur çoğunluğu atlı birliklerden oluşan ordusuyla Erzurum- Kayseri üzerinden gelerek Ankara’yı kuşattı. Bunu haber alan Beyazit’te Ankara üzerine yürüdü. İki Türk ordusu Çubuk ovasında karşılaştı. Ankara savaşı(20 Temmuz 1402)diye anılan bu meydan savaşında, Timur , yenilgiye uğrattığı Yıldırım Beyazıt’ı tutsak aldı. Bu parlak zaferden sonra tüm Anadolu’yu ele geçiren Timur, İzmir ve Foça’yı da Hıristiyanlardan temizledi. Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılmış olan Anadolu beyliklerini yeniden canlandırdı. Anadolu’daki durumla başkaca ilgilenmeden, ancak buraya önceden gelmiş bulunan “tatar” boylarını da yanına katarak, Gürcistan üzerinden Semerkant’a döndü.(1404)
Bu kez Çin seferine karar veren yaşlı Timur, hastalanışı için onu bu kararından caydırmaya çalışan hekimlerin ve kurultay üyelerini sözlerini dinlemeyerek hazırlıklarını tamamladıktan sonra Otrar’a geldi. Burada hastalığının iyice ağırlaşması yüzünden yatağa düşünce, hemen kurultay toplayıp Pir Muhammet’i veliahtlığa atadı ve kısa süre sonra öldü. Mumyalanarak Semerkant’a götürülen cenazesi, sonradan “Güldemir” adıyla anılan anıt mezara gömüldü.
Cengiz Han‘ın İmparatorluğunu yeniden kurmayı aklına koyan Timur, askeri güce, teröre ve Moğol kanunu ile şeriatı birleştiren hukuki-Dini bir sisteme dayalı, uçsuz bucaksız ama geçici bir Türk imparatorluğu kurdu. Kendiside koyu bir Müslüman olmakla birlikte, Mısır Memlukları dışında dönemin bütün Müslüman devletlerini yıktı. Saltanat dönemi, durmadan yenilenen tutarsız savaşlarla geçti, çünkü fetih ettiği yerleri örgütlemek gereğini duymuyor, yalnızca yıkmakla yetiniyordu. Türkistan tarihinde kişiliği kutsallaştırılmış bir önder ve fatih sayılırken, istila ettiği ülkelerde hiçte iyi anılar bırakmadı.
Timur, saltanatının sonunda Semerkant’ı, Maveraünnehir’i, Harizm, Irak ve Pencap’ı kapsayan imparatorluğunun başkenti yaptı. Bazıları Fetih edilen topraklardan getirilen birçok edebiyatçı, bilgin ve sanatçı, zanaatçıyı çevresine topladı ve bunlarla Semerkant’ın büyük bir düşünce ve sanat merkezine dönüştürmesini sağladı.(Hatta, Hacı Ahmet Yesevi türbesinin kubbesini kurşunla kaplattı. Bu kisve ona fetih etmekte olduğu topraklarda yaşayan Şii’lerden kendine taraftarlar bile sağladı.)2
HACI BEKTAŞ VELİ
“… Sultan Musa öldü.Memleketin büyükleri toplandılar, kutlu bir demde Sultan İbrahim-al Saniyi’yi, devletle tahta geçirdiler, Horasan ülkesine Padişah yaptılar. İbrahim –al Sani, Horasan ülkesini adaletle bezedi.
… O gece Sultan İbrahim, Hatem Hatuna yaklaştı. Tanrı kudreti Hatem Hatun, gebe kaldı. Müddeti tamam olunca dünyaya bir oğlan geldi ki yüzü, ayın ondördüne benziyordu. Pek sevindiler, mübarek adını “Bektaş” koydular. Bu doğum hakkında rivayet çoktur. Derler ki: Gebelik müddeti bitince Hatem Hatun, döşeğinde yatarken rüyasında, kolayca bir oğlan doğurduğunu gördü. Uyanınca baktı ki gerçekten bir çocuk doğurmuş. Fakat, ne ağrısı var, ne acısı, nede bir damlacık kan. Sultan İbrahim’de uyandı, nur topu gibi bir oğlu olduğunu gördü…”
“Sultan İbrahim –al Sani, Hacı Bektaşı tahsil ettirmek istedi, bilgin bir adam aradı. Bu şehirde dediler, bilgi, üstün, keramet sahibi bir adam var; Türkistan’ın doksandokuzbin pirinin piri Hacı Ahmet Yesevi’nin halifelerindendir; adına Şeyh Lokman-ı Perende derler; Bektaş’a ancak o, hocalık edebilir, onu hoca tayin ederseniz en doğru iştir bu. Sultan İbrahim, Bektaş-i Horasani’ye Şeyh Lokman-ı Perende’yi hoca tayin etti. Şey Lokman, Hacı Bektaş’a, bilginin evveline ait söz söylerken Hacı Bektaş, sonundan haber vermedeydi.
Hacı Bektaş’a, bir sürede Hace Yusuf Hamedani hocalık etmiştir.”
***
“Doksan doksandokuzbin Türkistan pirinin ulusu Ahmet-i Yesevi, Muhammed Hanefi soyundandır ve seyyiddir. Sekizinci İmâm Aliy-İbn-i Musa-l Rıza’dan icazet almıştır. Türkistan ülkesine gidip orada, Yeşu şehrine yerleşti. Doksan dokuz bin halifesi vardı. Bu yüzden kendisine, doksan dokuz bin Türkistan pirinin ulusu derlerdi. Bilgin bir zattı…..
….
Ahmet Yesevi’nin başında , bir zira uzunluğunda bir Elifî taç vardı. Bu taç, hırka, çerağ, sofra, alem ve seccadeyle, Tanrıdan Muhammed peygambere gelmişti. Oda, onları erkanla Murtaza Ali’ye vermişti. İmâm Ali, İmâm Hasan,’a sunmuştu, ondan sonra İmâm Hüseyin’e değmişti. İmâm Hüseyin onları İmâm Zeynal Abidin’e vermişti. O, oğlu İmâm Muhammed’e, o , oğlu , İmâm Cafer-al-Sadık’a, o, oğlu İmâm Musa-ı Kazım’a, oda oğlu, İmâm Aliyy-al –Rıza’ya, tapşırmıştı. İmâm Rıza, onları doksan dokuz bin Türkistan pirinin ulusu Hâce Ahmet Yesevi’ye sunmuştu. Hepside, şeyh’in tekkesinde dururdu, onları, halifelerinden hiç kimseye vermemişti. Soran olursa, sahibi var, gelir alır derdi. Birisi gelip Şeyh’ten kisve giymek isterse, ne varsa onu giydirirdi. Hatta bir Talib, kurban getirecek olursa onun postundan bir külah yaparlardı, onu verirdi.
Bir gün halifeler, toplanalım da dediler, Şeyh’ten, onları isteyelim, birimizden birimize versin. Sabah çağı, doksan dokuz bin halife, sabah namazını kıldılar. Hâce’nin avlusu pek genişti. Hepsi seccade salıp yerli yerine oturdu. Ortaya da büyük bir ateş yakmışlardı. Duadan sora şeyh, halifelerinin yüzlerine baktı, gönüllerini anladı. Gönlünüzde ne varsa dile getirin, söyleyin dedi. Halifeler, dileklerini söylediler. O sıralarda sadık bir muhip, darı getirmişti. Darı, meydanın bir tarafına yığılmıştı. Şeyh, kim dedi, bu darı çecinin üstüne seccade salar, iki rikat namaz kılar, hiçbir darı yerinden kımıldamasa o emanetler, o adamın hakkıdır; Elifî taç, kendiliğinden uçar, başına konar, hırka, eğnine gelir, çırağ, uyanıp ününde dikilir, sofra varır, yayılır, alem başının üstünde durur, seccade, altına döşenir. Zahmet çekmeyin, sahibi var onların, çıkar gelir simdi.
Halifeler bu sözleri duyunca utançlarından, başlarını yere eğdiler, şaşırıp kaldılar. Derken birde baktılar ki birisi, selam verip,”sabah-al-aşk” deyip geldi, oturanları aralayıp bir yere oturdu. Bu gelen er Hünkar Hacı Bektâş-ı Veli’iydi. Halifelerin, o dört âlemeti, o dört fahri, Hâce’den istedikleri, kendisine malum olmuştu. Bir an içinde Horasan’dan kalkmış, Türkistan’a, Hâce’nin tekkesine gelmişti. Hâce, Hünkar’ın selamını, ayağa kalkıp aldı. Onun kalktığını gören halifeler de ayağa kalktılar. Hâce, Hünkar’ı yanına aldı ve halifelere dönüp işte dedi, emanetin sahibi geldi.Sonra ey Horasanlı Bektâş-ı dedi, Hacı Bektâş-ı’ı huzuruna çağırdı. Hünkar ayağa kalktı, seccadeyi eline aldı, darı çecinin yanına vardı, Bismillahi ve Billahi deyip seccadeyi yaydı, üstüne çıkıp iki rek’at namaz kıldı, birtek darı tanesi bile yerinden kımıldamadı.
Namazı kıldıktan sonra geçti, yerine oturdu. Elifî taç, yerinden kalktı, uçarak geldi, Bektâş-ı’ın başına geçti. Bunu gören halifeler, birden salavat getirdiler. Hırkada havalanıp sırtına kondu. Çırağ, durduğu yerden kalkıp uyandı, önünde durdu. Peygamberin sancağı da durduğu yerden kopup Hünkar’ın başının ucuna dikildi, seccade altına döşendi. Halifeler, bu halleri görünce eyvah dediler, bu çeşit kuvvetli er, burada kalırsa demimiz oynamaz artık. Ahmet-i Yesevi, hatırlarından geçenleri anladı.
Hacı Bektâş, o emanetleri, Ahmed-i`Yesevi’ye sundu. Hâce, erkana uygun olarak Hünkar ı teraş etti, emanetleri verdi, icazetini teslim etti, ya Bektâş-ı dedi, tam olarak nasibini aldın. Müjde olsun ki kutb-al-aktablık, senindir; kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye dek bizimdi, bundan sonra senindir. Biz, bu yokluk yurdunda çok eğlenmeliyiz, ahirete gideriz. Var seni Rûm’ a saldık,Sulucakaraöyük’ ü sana yurt verdik, Rûm Abdallarına seni baş yaptık. Rûm da gerçekler, budalalar , serhoşlar çoktur, artık hiçbir yerde eğlenme, hemen yürü.
Hacı Bektâş-ı-ı Veli, ertesi gün, gün doğarken Hâce Ahmed-i Yesevi’den izin alıp yola düştü. Orada bulunan erenlerden biri, ortada yanan ateşten bir odun alıp Rûm ülkesine doğru attı, Rûm’daki erenler ve gerçeklerden biri, bu odunu tutsun, Türkistan erenlerinin, Rûm’a er gönderdikleri, erenlere malum olsun dedi. O odun, dut ağacıydı, Konya’da ,Emir Cem Sultan’ın halifesi Hak Ahmed Sultan, dutu, Hacı Bektâş-ı tekkesinin önüne dikti. O ağaç, hala durur, yukarı ucu, yanıktır.
***
Oradan kalkıp yürüdü, Necef Şahı’nı ziyaret etti, Necef’te bir müddet kaldı, erbain çıkardı. Oradan hareket etti, Beyt- Allah’a vardı. İmâm Muhammed Bakır’ın seccadesi yanında üç yıl mücavir oldu. Sonra Medine’ye gitti, orada da bir erbain çıkardı ve mücavir olup Küdüs’e vardı, orada da bir erbain çıkardı. Biraz mücavirlikten sonra Halep şehrine geldi, Ulu camii’de bir erbain çıkardı. Ulu camii’nin avlusunun ortasında bir ulu mermer direk vardı, o mermer direğin üstüne bir taş koydu, ve biz gelinceye dek dursun, ahir zamanda biz gelir, indiririz, dedi. Halep’ten de çıkıp Davut peygamberin kabrine geldi. Orda, erenlerden birkaç kişi, Hünkar’la beraber mücavir oldu. Bir gün o erenler, Hünkar’a ey kerem ehli dediler, burası yüce bir makam burada sizinle itikafa girelim, bir erbain çıkaralım.”
…
“Bunda sonra Hünkar Rûm ülkesine yürüdü. Elbistan’da Ashabı Kehf mağarasına uğradı. Orada da bir erbain çıkardı.”
***
“ Hünkar Hacı Bektaş-i Veli Rûm Ülkesine yaklaşınca mana aleminden Rûm erenlerine, esselamün aleyküm Rûm’daki enler ve kardeşle diye selam verdi. Bu sırada Rûm ülkesinde, elli yedi bin Rûm ereni, sohbette, meclisteydi. Rüm’un gözcüsü de Karaca Ahmet’di
Hünkar’ın selam verdiği, Fatima Bacı’ya malum oldu. Bu kadın Sivrihisar’da, Seyyid Nureddin’in kızıydı, henüz evlenmemişti, mecliste erenlere yemek pişirmedeydi. Karaca Ahmed’de Seyyid Nüreddin in müridiydi. Fatima Bacı, ayağa kalkıp Hünkarın bulunduğu tarafa döndü, elini göğsüne koydu, üç kere eleykümesselam dedi. Erenler, dediğin er, nereden geliyor, dediler. Fatima Bacı, kendisi dedi, Horasan erenlerinden, fakat şimdi Beyt Allah tarafından geliyor.
Erenler, ne yapmalı ki dediler, Rûm ülkesine girmesin, Rûm ülkesine gelirse ülkeyi o er alır, halkı kendisine muhib eder, artık Rûm’da bize oyun kalmaz. Bir şey yapalım da Rûm ülkesine sokmayalım. Bazısı, kanat kanata girelim, arş altında Sidre’ye dek yolu keselim Rûm’a girmesin dedi. Hepsi, bu tedbiri uygun buldu, vilayet kanatlarını birbirine çattılar, yol bağladılar.
Hacı Bekâş-ı Veli, Rûm sınırına varınca yolu bağlanmış olduğunu gördü, Bismillah ve Billah dedi vilayetle bir sıçradı, ulu arşın tavanına yetişti. Melekler, Elifî Tac ile karşıladılar, merhaba dediler, safa geldin ey Peygamberin evladı Hacı Bektâş-ı Veli.”
***
“Hünkar, oradan bir güvercin şekline girdi, uçarak doğruca Sulucakaraöyük’e indi, bir taşın üstüne kondu. Mübarek ayakları, hamura gömülür gibi taşa gömüldü. Rum erenlerine bir heybettir düştü, o erin ülkeye girdiğini anladılar, yolunu bağlıyamadık dediler. Karaca Ahmet’e, sen dediler, Rum ülkesinin gözcüsüsün, bir bak bakalım, ülkeye girmiş mi ?
Karaca Ahmet, bir müddet murakabeye vardı, sonra başını kaldırdı, Rum ülkesini baştan başa gözden geçirdim, her mahluk, eşiyle oturmada; yalnız Sulucakaraöyük’de güvercin şekline girmiş bir er var, yalnız oturuyor; onu görünce içime bir dehşet düştü; olsa olsa odur dedim. Rum erenleri, birisi doğan şekline girse de gidip onu avlasaydı. İçlerinde, Beyazıd Sultan’ın halifeliğinden Hacı Doğrul adında birisi vardı, Irak’dan Rum ülkesine gelmişti. Ayağa kalkıp izninizle dedi, ben gideyim.Hemen doğan şekline girip uçtu. Gördü ki Sulucakaraöyük’de bir taş üstünde güvercin var. Olanca heybetiyle süzülüp üstüne inerken Hacı Bektaş insan şekline girdi, elini uzattı, doğanı tutup öylesine sıktı ki Hacı Doğrul’un aklı başından gitti. Hünkar, elinden bırakınca bir zaman yattı, aklı başına gelince kalktı gördü ki Hünkarın yanında.Hemen ayağa kalkıp peymançeye durdu, özür diledi. Sonra Hünkarın eline ayağına düştü, kem bizden kerem sizden dedi. Hünkar ey Doğrul dedi, er, erin üstüne böyle gelmez siz, bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum kılığında; eğer güvercinden daha mazlum bir mahluk bulsaydık onun şeklinde gelirdik. Hacı Doğrulun kisvesini tekbir edip başına giydirdi. Hacı Doğrul Hünkarım dedi, bizden ve soyumuzdan ne kadar dişi ve erkek olursa hepside size ve size uyanlara nezrimiz olsun.
Hacı Bektaş, Hacı Doğrul dedi, şimdi dön geldiğin meclise var, erenlere gördüğünü anlat, onları buraya çağır, hepsine selam, sonrada onlarla beraber tekrar yanımıza gel. Hacı Doğrul kalkıp Rum erenlerinin yanına vardı, işi anlattı ve onları davet ettiğini söyledi.
Elliyedi bin Rum ereni, ne diye ayağına gidecekmişiz dediler, sözünü tutmadılar. Hepsi yer yerine gitti. Bu hal, Hacı Bektaş’a malum oldu. Oturduğu yerden bir üfürdü, çırağları dinlendi, üç gün, bir rivayette kırk gün çırağlarını uyaramadılar. Aynı zamanda parmağıyla bir işaret etti, altlarında seccadeleri kayıp oldu. Sonucu, bir yere toplanıp Hünkarın yanına giymeyi kararlaştırdılar. Huzuruna varıp elini öptüler, gördüler ki seccadeleri kendi topluluklarından nasıl serilmişse aynı tertibe göre Hünkarın huzuruna serilmiş. Her biri kendi seccadesine oturdu. Özür dilediler ve konuşmaya başladılar. Hünkardan, soyunu, mürşidini kimden nasip aldığını, nereden geldiğini sordular. Hünkar, Horasan Erenlerindenim dedi. Aslım Muhammed soyundan; Türkistan’dan geliyorum; İbrahim-al-sani, diye tanınan Seyyid Muhammedin oğluyum. Seyyid Muhammed Musa-ı-sani, o, İbrahim Mucab oğludur, onun babası da İmam Musa-ı-Kazım’dır. Mürşidim doksan dokuz bin Türkistan Pirlerinin ulusu Sultan Hâce Ahmed-i Yesevi’dir. Meşrebim, Muhammed Ali’dendir, nasibim Tanrı’dan.
Hünkar bu sözleri söyleyince erenler, delil istediler. Hünkar Ahmed-i Yesevi’nin verdiği icazet-nameyi çıkarmak isterken birde baktılar ki gökyüzünden duman gibi bir şey inmede. İne ine Hünkarın önüne geldi. Bu bir yeşil fermandı.Yeşil sahife üstüne ak yazıyla beslemeden sonra icazeti yazılıydı. Okuyup anladılar, hiçbir şüpheleri kalmadı. Hepsi kalkıp birer birer Hünkarın önüne geldiler. Hünkar başlarındaki kisveleri tekbir etti, onlara, tevellah telkin eyledi. Böylece Rum ülkesine tevellayı, Hünkar getirdi.
Rum erenleri, Hünkar’a müridlerinden onar mürit verdiler. Hünkar’ın adını Ihtırımcı koydular. Hünkar, bütün tavlalardan boşanan, bizim tavlamızda eğlensin, fakat bizim tavlamızdan boşanana hiçbir yerde eğlenecek yer bulunmasın kaşınacak tırnak dahi bulunmasın dedi.
Rum erenleri, makamlarına gitmek için izin istediler. Hünkar, her birine bir nasip sundu. Karaca Ahmed’e, Sultan Hâce Ahmed-i Yesevi, bize bir dev vermişti. O vakitten beri bize hizmet eder, onu, sana armağan verdik, artık size hizmet etsin, ölümünüzden sonra da mezarınızı beklesin dedi. Erenler, izin alıp makamlarına gittiler.
***
…bu yiğit, Kayı Boyundan Osman bey’dir dediler, ahvalini anlattılar.
Hacı Bektaş-i Veli, Osman bey’in yüzüne baktı, safa geldin Osman’ım, kadem getirdin, başındakini çıkar, ileri gel dedi. Osman, huzura geldi, diz çöktü. Hünkar, o tacı aldı, tekbir edip Osman bey’in başına giydirdi. Belindeki kemeri çıkardı, tekbirleyip Osman bey’in beline kuşattı. Önündeki çerağı uyandırdı, tekbirledi, öğüt vererek Osman beyin eline sundu. Önüne yayılan sofrayı aldı, Osman’ın önüne koydu. Bunları al dedi, seni din düşmanlarına havele ettik. …Gün doğumundan, gün batışına dek çerağın yansın, dedi.”
( Hacı Bektaş-i Veli evlenmemiştir. Mücerrettir. Kadıncık ana, Fatma Nuriye vb adlarla anılan kadından doğan çocuklar, Hacı Bektaşi Veli’nin , sulb(bel) evlatları değil, yol(manevi) evlatlarıdır. Bu ve bu konu ile ilgili olan, dedelik makamına, soydan gelenin mi yoksa, ehil olanın mı oturması gerektiği hususu, Alevi- Bektaşi tarihinin önemli meselelerindendir.)
***
Biri, on binlerce atlı ve yayadan oluşan kılıçla geldi. On binleri kılıçtan geçirdi, ülkeler kıtalar fetih etti. Nice ağalar beyler, hükümdarlar ona boyun eğdi. Gün oldu kafataslarından piramitler yaptı, gün oldu korudu kolladı. Hanlar hamamlarda yaptırdı. Hatta, farklı donda gözükmek için, birçok alim ve edebiyatçıyı da koruyup topladı. Ama, onun elindeki kılıç madde ve gözü daha çok dünyasal saltanatta, krallıkta idi.
Fetih ettiği ülkeler, hatta kıtalardaki dünya malının bu gün tapusunu ve hazinelerini toplayacak olsan onlar, yalnızca “Güldemir”de asıl işgal ettiği iki metrelik çukura değil; onlarca “Güldemir” gibi anıt mezara bile sığmaz.
Oysaki bu gün, yaşarken yüz binlerin karşısında ıhtığı ne Timurlenk, ne Timurlenk’in hakimiyetinde, kıtalar oluşturacak kadar büyük olan topraklar, nede o topraklar üzerinde yaşayan insanların gönlünde yaşayan bir Timurlenk sevgisi var. Geride, Türkistan’da, şurada yada burada bir avuç seveni ve eseri olan, tarih kitaplarının tozlu yaprakları arasında kalan “tarihsel bir kişilik”, Timurlenk, kaldı.
Diğeri(Hünkar Hacı Bektaş-i Veli)’de, aynı topraklardan bir “batın kılıcı” ile geldi ve koskocaman bir coğrafyada, fetihini gönüllerde yaptı. O, gönüllere Hakk’ın gözü, aleme ise gönül gözü ile baktı. Önce Hakk, insan, gönül dedi. Gönülleri asli, kadim değerlere göre inşa etmeden, gözün gördüğü alemin imarının anlamsız ve boş olacağını gördü. İşte o’nun asıl hikmeti budur ki, dokuz haneli bir Sulucakaraöyük’ü, koskocaman bir gönül imparatorluğuna merkez yaptı…(ii)
O vakitten bu güne, Topraklar el değiştirdi, sınırlar bölündü, birleşti. Ülkelerin ve insanların adları değişti, aradan yüzyıllar geçti; fakat O, hala ismi ne olursa olsun fetih ettiği topraklarda ve sayıları sürekli de artmakta olan, yüz milyonların gönlünde kurduğu tahtta ve öylece de kalmaya, ilerlemeye adaydır…
İçindeki yaşama heyecanını ve geleceğe dair umudunu yitirmiş, kendini yalnız, güçsüz, güvensiz ve bir hiç hisseden insan(lar)ın gözünde; bir ucu göğe değecekmiş gibi yükselen gökdelenler, serviler gibi mermer sütunların dizili olduğu saraylarda; can’ın mekanı olan bedenlerde, birer mahpushanedir.
Talib: Makamları ve mekanları yücelten, insandır. İnsanı yücelten, ondaki insaniyet( Kadim değerlerden mürekkep bir ahlâk)tir. İnsaniyetsiz insansa, kof bir kalıptır, maddedir. Bilesin ki, bu âlemdeki en yüce ve kutsal mekan, yüce Rabb’in en şerefli mahlukatım ve halefimdir dediği, insandır!..
Gönüller(Beyt-Allah=gerçek Kabe=Allah’ın evini)i Hakk’ın rızasına göre imar et; Oranın imar ve inşasından, gözün gördüğü aleme çık. Gönlün görmek istediği gibi kur, gözün gördüğü alemi … Umut ol, neşe ol, dost ol, sayan ol, seven, sevilen ol; kısacası sevgi ile dol ve doldur dünyayı… en iyisi mi Talib, sen ademdeki, adam ol!.. [iii]
İşte o zaman, M.A.Hilmi dedebaba’nın “candan cana, camdan cama” dediği gibi, canlar da yaşar, cemal’lere yansırsın. Ve uyardığın çerağın şavkı gözlerde parıldar, gönüllerde şakır.
Ondan ötesi, bedenimizin yaşadığı mekanlar ister gökdelenler; ister mavi ile yeşilin buluştuğu kıyılarla süslenen saraylar; istersen güneşin alnında cayır cayır yanan bozkırlardaki kulübeler olsun; cevheri topraktır. “Hepimizin atası ademdir, adem ise topraktandır.”
Bedenimizin mekanı olan saraylar, kulübelerde; canımızın mekanı olan bedenimizde bir gün aslına dönecektir.[iv] Fakat, baki kalmakta olan Can’dır. İyisi mi sen Talib, yinede gönüllere Talib ol, Can ol!.. (v]
- “Hünkar, Er kişi odur ki, dedi ölmeden ölür, kendi cenazesini kendi yıkar. Sen de var, buna gayret et.” Bu, Hünkar’ın ben fani oldum, Hak kaldı, demesi olarak anlaşılmalıdır. İkiliğin sonu ölüm, birliğin sonu don değiştirmek, göçmek, hakk’a yürümek,ona dönmek ve ölümsüzleşmektir. VİLAYET-NAME ABDULBAKİ GÖLPINARLI, İNKLAP KİTAP EVİ, İSTANBUL, s.89
- Büyük Laorusse. 22. cilt. Timur maddesi. S.11541. Milliyet yayınları, İstanbul.
- “Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin, burada güve ve pas onu yiyip bitirir, hırsızlarda girip çalarlar. Bunun yerine kendinize “gökte hazineler” biriktirin, Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir, nede hırsızlar girip çalar. Hazineniz neredeyse, gönlünüz, orada olacaktır.” diyen İsa Mesih’ede, başlangıçta on iki havari inandı. O’nu, insanları saptırıyor diye, çarmıha da gerdiler. Fakat O, hazinelerini yeryüzünde değil gökte, gönüllerde biriktirdi. Bundan dolayı o hazineyi ne güve ve pas yiyebildi, nede hırsızlar çalabildi. Bedeni ortadan kaldırılsa da, çarmıha gerilmiş halini sembolize eden haç, bugün sekiz yüz milyon Hıristiyan’ın duvarında, yakasında, boynunda; dahası O, “göksel bir hazine” olarak gönüllerinde. Pas ve güvenin yiyemediği yerdedir.
Bu meyanda, Saru Saltuk’un beş ülkede yatır(türbesi)ı var; Yunus Emre’ye, Pir Sultan Abdal’a, ve böylesi gönül erlerine birçok şehir yada belde halkı, onlar burada yaşadı ve Hakk’a yürüdü diye sahip çıkıyor. Mesela, Tencideki Türbenin, “Kızıldeli Sultan”ın türbesi olduğuna inanmamız gibi… Bu ermişin asıl Dergahı ile Türbesinin (Bulgaristan – Kırcaali) Dimetoka’da olduğu, tarihsel verilerle ortada iken- (bildiğim ve duyduğum kadarı ile) üç yerde Türbesi var. (“Kızıldeli“ hakkında yapılan araştırmalara dair de, bir gün yazmayı düşünüyorum.)
Bu zatların, yaşadığı zaman, mekan ve asıl türbelerinin nerelerde olduğundan daha önemli olan, onların yaşadığı mekanı ve yattığı yeri bile yüceltmiş, yükseltmiş ve şenlendirmiş olmalarıdır. Bizler aslında, bu yüce şahsiyetleri sahiplenmekle, kendimizi yücelmek istiyoruz. Onları özümseyerek bizleştiriyor, bizde yaşatıyoruz; bizleştirerek, biz olmaktan çıkıp O oluyor, onda yaşıyor ve ölümsüzleşmek istiyoruz!.. (Umman’a ulaşan nehir suyu, kişiliğini kaybeder;o artık nehir suyu olmaktan çıkar, ummana dönüşür.)
- İçinde gül olmazsa, bülbül gül bahçesinde şakımaz.Sadi Bilge Adam Dergisi-2003 yaz Sayısı
- Shakspeare: “Hamlet, mezar kazan bir mezarcının başında durur. Mezarcı çukurda kazarken çıkan toprağı yığdığı tümseğin üzerine bir kuru kafatasını dışarı atar; Hamlet, kafatasını eline alır ve “gidin söyleyin Danimarka kralına, yüzüne istersen parmak kalınlığı sürsün, yüzünün alacağı son şekil budur ve hepimizi bekleyen bir tümsek bir çukurdur,”dedirtir, Hamlet’e..
- Talib, özel olarak yakın yada uzak çevremdeki her hangi bir kişi değildir. Yazıyı da ben, kişisel olarak şuna yada buna bir mesaj olsun diye yazmadım. Talib, bir bakıma bütün insanlar; bir bakıma yalnızca dünya saltanatına Talib olmuş olan herkes; bir bakıma ise benden bana bir mesajdır. Yunus’un :”Beni bende demen bende değilim, bir vardır bende benden içeri” deyişi misali.
Kaynakça
MANAKKIBI HÜNKAR HACI BEKTAŞI VELİ, ABDULBAKİ GÖLPINARLI
Bütün yönleriyle Alevilik ve Bektaşilik cilt.1. Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Ardıç yayınları
Yunus Emre ve Tasavvuf. ABDULBAKİ GÖLPINARLI İnkilap Kitavevi
Alevi Bektaşi nefesleri, ABDULBAKİ GÖLPINARLI, İNKILAP Kitabevi
Efsaneden Gerçeğe, Hacı Bektaşi Veli-İrene Melikoff. Cumhuriyet Kitap Kulübü. 1998
Ali AKSÜT’ün Kitabından