YAZIHAN OVASINDA SÖĞÜT
( Ayaz ORUÇ – MALATYA )
Yazıhan Ovası Alican dağından başlar. Dağın yamacında artık son temsilcileri kalmış seyrek meşelikler vardır. Bunlar dağı az da olsa yeşil gösterir.
Ova dağın eteği ile Karabel’den itibaren düzlük kazanır. Doğuda Fethiye Köyünü içine alıp Yazıhan ilçesine doğru ilerler. Batıda ova Buzluk Vadisi ile kesilir. Buradan doğuya ilerlerken Kuşkonmaz Tepesi ile Mezarlık tepesinde bir eşik oluşturur. Bu ova kuzeydeki Kuruçay vadisi ile kesildikten sonra ta Tohma vadisine kadar güneye doğru ilerler. Tohma vadisindeki bükler yaz günleri mat bir yeşile bürünür. Sıcakta sanki su akar. Bu ovada ne bir tek ağaç ne de azıcık su kaynağına rastlanır. Kışın ise soğuk kar fırtınalarının estiği bir yazıdır.
Yazıhan Ovası’nın neresinden Malatya’ya doğru bakılırsa bakılsın şehir görünür. Gündüzleri yaşam durmuş gibi bir belirti olmaz. Ama gece kentin ışıklan bakan kişiye sanki göz kırpar. Tüm güzelliği gece görünür. Bu ovadaki tüm köylülerin imrendiği, sevdiği Malatya’ya ulaşmaktır. Ulaşamayacaklarını fark ettikleri zaman ise köylerinin şehir olmasını özlemle istemektir. Buranın insanına göre köyün kalkınmasında en büyük etken köyün şehir olmasıdır.
Hamidiye köyü ovanın en başında batısındadır. Kente 50 km uzak olmasına rağmen sanki unutulmuştur. Kendi başının çaresine bakmaya çalışırken umutlarını hiç bir zaman yitirmez. Bilinen deyimi bu köylüler sık sık tekrarlar. “Köylünün karnını yarmışlar kırk tane gelecek yıl çıkmış” derler. En çok yineledikleri deyim ise “Yoksulluğun evi yıkılsın” dır.
Yazın geceler kısadır. Uzun yaz günlerinde köylüler birçok işe birden koşarlar. Kayısı, ekin aynı zamanda çıkar. Bu yüzden köylüler bir kayısı bahçesine, bir yazıya seğirtirler. Bu zamanda yemek, temizlik işleri ikinci planda kalır.
kayısı bahçesine, bir yazıya seğirtirler. Bu zamanda yemek, temizlik işleri ikinci planda kalır.
Hona gitmek köylük yerde yaşamakla bir anlamlıdır. Hele ekini tarlada kalmış, yazlık ekinini biçememiş demek yaşarken ölmektir.Honcular bu yüzden şafak atmadan yola koyulurlar. Köyün çeşmesi sabahın köründe insanlarla cıvıl cıvıldır. Sırayla testilere sular doldurulur. Hayvan ve insanlara gün boyu yetecek kadar sular eşeklerin atların sırtlarına heybelere yüklenir. Gün doğmadan sabah serininde bir kaç hon çıkmak için acele edilir. Yazı kısa sürede honcularla dolar. Bazen ötelerden bir türkü sesi de duyulur. Sesi güzel olan biri herkes duysun diye “Zamanı geldi gülün, dermeyelim mi Cemo. Seni benden isterler, vermeyelim mi Cemo?” türküsünü söyler.
Hon dermeye Azzet Kadının üstüne yoktur. Eline ellikleri takıp Kalıcı aldığında hon mu dayanır ona. İki de bir eğilip kalktığında, nefes alıp verdiğinde “Hı, hı” diye ses çıkardığında artık kendini iyice hona vermiştir. İkide bir elindeki desteyi yere bırakacağı zaman oğlu ile gelinine “Geç kalanı döşürcüye verecekler” der onları gayrete getirir. Bazen “Oğul, oğul Allah iş kaytı versin. İş var da görüyoruz. Ya işimiz olmazsa muhannete muhtaç olsak?” der dururdu.
Her tarlada bir hayma vardır. Ekini derilmiş boş bir tarafa dört dikme ağaç üstüne biraz mertek, biraz püşürük atılarak küçük bir gölgelik yapılır. Burası hem dinlenme yeri, hem mutfak hem de küçük çocuklar için bellik kurma yeridir.
Azzet kadın aynı zamanda torunlarının da sorumlusudur. Onları yedirir, giydirir, sever hem de çok sever. Şimdi ikisi de haymada hellikte başlı uğartlı yatmaktadır. Ayakta iken bu nedenle haymaya doğru baktı “Sıcak çok fazla, çocuklar terlemiştir.” dedi. Gelini Kiraz “Bir bak ana” dedi. Oğlu Battal da ilgilendi. “Ana az soluklansak?” dedi. Azzet Kadın, “Hele honu çıkalım, kolay” dedi.
Azzet Kadın, kocası öleli evin tek hakimi olmuştu. Sözünü tutmadıkları zaman önce kükrer, bağırır. Bakar ki etkili olamıyor. Küser. Bazen küsmesi uzun zaman alır. Oğlu ile gelini bunu bildiklerinden, Azzet kadını gücendirmemeye çalışırlar.
Köycek ekin biçme işi sonunda bitirilirdi. Komşular birbirlerine şaka yapmadan da geri kalmadılar. Özellikle tarlasını eken bitiren bir diğer tarla sahibinin yanında geldiğinde elindeki orağı tarla sahibinin önüne atıp “Ekenler eker, biçenler biçer, cennetin kapısını cömertler açar” diyerek ondan bahşiş bekledi. Komşu tarla sahibi bir diğerine “Ya, yazının yüzün de bahşişi nereden bulacağım. Hele bir eve dönelim, kolay” diye onu savdı.
Azzet Kadının ekini bu yaz en sona kaldı. Bu yüzden honcular hep ona, onların önüne kalıçlarını attılar. Azzet kadın buna çok içerlendi. “Yardıma gelen yok, bahşiş bekleyen çok” dedi. Oğluna gelinine sitem etti.
Ekin biçerken çıkan rüzgar, desteleri savurur. Çıkan talaz, desteleri göğe kaldırır, iyice dağıtır. “O zaman hep bir ağızdan “Ali burda, Ali burda.” diyerek talazı kovmaya çalışırlar. Bu yaz tarlada iki kez talaz oynadı. Hele fazla etkili olmadı.
Tarlada torunları İsmet ve İbrahim kesekler arasında, hozanda oldukça zorluk çektiler. Azzet kadın onlar uyuduğunda yardım etti, hon derdi, uyanık olduklarında onlara gözkulak oldu. Onlara, işte bakın bu çekirge, bu kertenkele, bu peygamber devesi, şu kelebek, şu falan, şu filan diyerek hem eğlendirirdi, hem de böcekleri tanıttı. Arada bir çocukların öldürdüğü karıncanın, arının “Allah yaratmış, öldürmeyin, günah” diyerek hakkını korudu. Kendisinin çok sevdiği çörtük otunun kokusunu torunlarına koklattı. Sütleğenin sütünün zehirli olduğunu anlattı. Yavşanı, kekiği, ekini, kengeri, dikeni tanıttı.
Sonunda onlarda ekini derip bitirdiler. Arada bir uğradıkları kayısı bahçelerine daha bir özlemle daldılar. Üç beş gün bahçede kaldılar. Battal’la hanımı Kiraz, kayısıları hep islimsiz yer kabuğu yaptılar. Bahçe daha yeni çitil olduğu için pek az tutmuştu. Dutlar iyiydi. Hiç aksatmadan dutları silkelediler. Tenekelerle eve taşıdılar. Bir kaç gün içinde pestil serdiler. İkinci sallamada pekmez yapıp tenekelere doldurdular. Pestil, pekmez, kesmece, kuru dut, tatlı kayısı çekirdeği uzun kış gecelerinin çerezi olacaktır nasıl olsa. Yoksa kış gecelerinde “Cönk” okunurken, Hz. Ali Cenkleri, Hamzanameler, Kasır Devin hikayeleri çerezsiz nasıl dinlenecek.
Değirmene kalkma köyde büyük işlerdendi. Komşular gölükleri ile birbirlerine yardımcı olurlar. Değirmene kalkmadan önce, tohumluklar elenip ayrılır. İri taneler tohum olurken kalbur altı unluğa katılır. Bulgur, çoğunlukla kunduru buğdayından yapılır. Unluklar yıkanıp kurutulurken Azzet Kadın hep bekçidir. Bulgurlar kaynatılıp serildiğinde de. Serçelere karşı “Hel, hel” diyerek onları kovar. Torunları yine yanındadır.
Zahire işleri geniş bir düz alanda yapılır. Palazlar serilir, hılalar yayılır. Bir iki gün içinde bu işler biter. Azzet Kadının büyük torunu İsmet, her zahire işinde nenesine uzaktaki sıradağın üstündeki eğer gibi duran kayayı sorar; “Nene o padişahın atının eğeri mi?” Nenesi hep baştan savma yanıtlar. “He yavrum, he.” der. İsmet için o kaya bir sırdır. Uzun kış gecelerinde nenesinin anlattığı çeşit çeşit masallar, hayalinde bu dağda, bu eğere benzeyen kayanın çevresinde geçer. Bu yüzden hep açık alana çıktığında bu soru aklına gelir. Yazıda etin derdikleri zamanda sormuştu hır kaç kez.
Değirmen işi bitirildiğinde köylü soluklanmış. Değirmenci Beko’nun düzenli işi, nöbetçileri birbirine karıştırmaması, “Pağaç ekmeği pişirmesi koyun dilinden epey düşmedi. Artık iş tohum ve yakacağa geldi. Yakacak işi kolay da tohum ekimi uzun sürecek.
Azzet kadın arada bir köyün içine çıktığında, kadınlardan duymadığı haberler alırdı.Bu çıkışında eve ilginç bir haber getirdi. Bir türlü içinden çıkamadığı bu haberi akşam yemeğinden sonra oğlu ile gelinine sordu. “He mi oğlum” dedi. “Tohum kalkacakmış.” Oğlu, “Kim söyledi Ana?” dedi. Aşağı mahalleden Atiye.” “Aman ana inanma. Ona herkes Fakir Gazetesi diyor. Ucuz ucuz konuşmuş yine.” “Yok oğul, yok. Dediğin gibi değil bugün, yarın kalkacakmış.”Ana bu ortada pınardan gelecek su mu ki hemen kalksın. Uydurmuş.” “Ben ne bilem oğul. Atiye öyle dedi.”.
İsmet okula başladığında köye yeni bir öğretmen gelmişti. Öğrencilerle kısa sürede kaynaştı. Hatta öyle bir sevildi ki köyün büyükleri de onu sevdi. Köye yeni yeni kurallar koydu. Kargapınarı’nın suyunu sulama suyu olarak kullanmak için nöbeti başlattı. Daha ünce de nöbet vardı, ama uygulanmıyordu. Evlerde geceleri kitap okuma işini başlattı.Artık iş güç İyice bitirilip bol zamanlar başladığında geceleri öğretmenin okuduğu kitapları köylüler dinliyor, tartışıyor ve yeni bilgiler öğreniyorlardı. Kısa zamanda köyün tüm öğrencileri öğretmen olmaya karar vermişlerdi. Ulusal bayramlar daha canlı kutlanır olmuştu. Gündüz kutlamalardan sonra geceleri fener alayları yapılıyordu.
1955 yılının 23 Nisan günü beklenmedik bir kar yağısıyla karşılandı. Yağması, donması ve kalkması bir haftayı aldı. Tüm Malatya bu olaydan etkilendi. Kayısıların çiçeği dondu. Ekinler tarlada yok oldu. Yaylacılar daha geç yaylaya çıktılar. Her tarafı olduğu gibi köyü de yas havası bürüdü. Yanları dolaşıp gelen Kel Kamil “Vallah hep yazılar kıtlık kokuyor, kıtlık kokuyor.” diyerek ilk kötü haberi verdi.
Tüm ovada o yıl ne bir harman kalktı, ne bir honcu görüldü. Devletten yardım beklendi durdu. Gelen yardım hiç denecek kadar azdı. Ancak gelecek yıl için tohumu verilecekti. Ama bu yıl nasıl geçirilecek ne yapılacak bunu bilen yoktu. İlk teklif Azzet Kadın’dan geldi. Bir öğle yemeği sırasında “Oğul, oğul. Bu Yazıhan Ovası kimi doyurmuş ki bizi doyursun. Çalış çırpın hep aynı yere çıkıyorsun. Rahmetli Babana söyledim söyledim anlatamadım. Buralardan kaçan kurtulur. Sabahtan tezi yok. Gelin şehre göçelim” dedi. Oğlu ile gelinini yüreklendirmeye, başka bir iş tutmaya ikna etmeye çalıştı. İkisi de başlarını önüne eğip durdular. Biraz sonra gelini Kiraz konuştu. “Ana gitmek bir ayıp, dönmek başka bir ayıp. Eğer dönmeyeceksek gidelim. Arkamıza baka baka geri dönersek, millete oyuncak oluruz.” dedi. Oğlu Battal, “Gız Avrat” dedi. hanımına. “Kırk yılın başında bir laf ettin o da doğru bir laf oldu. Gidersek dönmiyeceğiz, ha” dedi.
Yaz sonunda köyde bir haber konuşuldu, konuşuldu ve bitti. Seyreklerin Battalgil şehire göçmüşlerdi. “Baba, çarşıya çıkmak şu fiyat. öyle kolay mı? Şeher bu ne açlığını bilir ne tokluğunu. Hele bir gitsinler arkalarına baka baka geri dönmezlerse benim de yüzüme tükürün. Ne işte çalınacak babam, ne işte? gibi laflar ettiler. Çoğu üzüldü, bazıları göçmelerini iyiye yordu. Bazıları ilgilenmedi.
Çarmuzu, Malatya’nın, bir mahallesidir. Bu mahallede birkaç gündür yeni birileri dikkatleri çekmekteydi Yaşlı bir nine, bir gelin ve iki torun, iki gözlü bir evde sessizce oturuyorlardı. Evin reisi ancak akşamları evde görünüyordu.
Kent yaşamı, köy yaşamına benzemez. Köyde gün olur yavan ekmekle bir öğün savılır. Gün olur yağlı yüzlü yemekler yapılır. Ama kent öyle mi-İç içe oturursun. Yaptığın iş, yediğin aş, gidiş geliş hep bilinir. Birbirlerine fark atmak, günlük işlerdendir. Bu gizli yarıştan en çok çocuklar etkilenir. Sık sık “anne arkadaşım falana babası şunu almış , arkadaşım filana dedesi şunu. almış ben isterim” gibi ineklerde bulunması aileyi zora sokar.
Battal şehire göçtükten iki ay sonra bu gerçeklerle karşılattı. Önce oğlu İsmet’in okula başlarken köye göre oldukça masraflı giderleri ile bunaldı. Daha sonra ev kirası üst üste gelince şaşkınlığı iyice arttı. “Yahu ben kim şehir kimmiş? Biz biraz yanlışlık mı ettik ne?” diye söylenip durulurdu.Bir mesleği, bildiği bir iş olmadığından gün gün zorlanmaya başlamışı.Her gün Yeni Camii’nin köşesinde sabah erkenden iş beklemek, gelenin gidenin yüzüne bakmak artık ağırına gitmeye başlamıştı. Ama söz vermişti. Geri dönülmeyecekti. Amelelik olsun işti işte.
Şehire göçmelerinin altı ay sonrasında daha geniş, ahırı olan bir eve taşındılar. Borç harç bir atla at arabası alındı. Sebze halinin köşesi mekan tutuldu.Ameleliğe göre bu iş iyiydi. Geçinme az da olsa kolaylaşmıştı. Eve bir tel dolap, pompalı bir gaz ocağı ve ekmek sacı alınmıştı. Azzet Kadın’la gelini diğer evler gibi gündüzleri kayısı çekirdeğinin kabuklarını içinden, temizliyor, evin yakacağını çıkarıyorlardı. Bu hem sobada yanıyor, hem ekmek pişirme de kullanılıyordu.
Köyden de haber alınıyordu. Arada sırada Battal, köyden birine rastlıyor, hal hatır, ev, çoluk, çocuk hepsi tek tek soruluyor, iyilik dileniyor, bazen de eve buyur ediliyorlardı. Bir seferinde köyden İhsan misafir olmuştu. Köyden evlenenleri, hastalananları sırasıyla anlatmış, değişen bir şeyin olmadığını söylemişti. Öğretmenin köycek çok sevildiğini anlatmış, yine geceleri evlerde kitap okumalarını söylemişti. En çok ilgilerini Tohma suyunun yazıya kaldırılışı çekmişti. Henüz bir gelişme yoktu. Ama mühendislerin, gelinin gidenin çok olduğunu, bu yaz baraj yapılacağını anlatmıştı.
Kent yaşamına alışmaya başlamışlardı. Bir sabah atın çalındığını gördüler. Ne yapacaklarım, ne edeceklerini bilemez oldular. Komşulardan biri akıl verdi. Karakola gittiler. Azzet Kadın ağlaya, üzüle polislerden yardım diledi. Battal atın nerede bağlı olduğunu, nasıl götürülmüş olabileceğini anlattı. Kiraz üzüntüsünden hasta oldu. Ama günler geçti ne at bulundu, ne de bir çare.
Battal, yeniden gündelikçi olmuştu. Her gün yine Yeni Camii’nin köşesinde bekler olmuştu. İş olursa gidiyor, bulamazsa İbo’nun kahvesinde pinekliyordu. Bu yüzden bir simit, bir çay ile akşam ediyordu. Sigara dumanı, besinsizlik Battal’ı etkilemeye başlamıştı. Bir gün” Azzet Kadın oğlunun durumunu fark etti. “Oğul oğul canına bak. Bunca şennik eline bakıyor. Kendine acımıyorsan şu sabilere acı” dedi. Battal “Ana bakıyorum ana bakıyorum. Her gün simit çay, daha nasıl bakayım?” dedi. Bu sözü sinirlenerek söylemişti. Anası da anlamıştı ama üstelemedi.
1963 yılında Yazıhan Ovasının bereketli yılı oldu. Ürün doldu taştı. Bununla birlikçe çeşitli söylenceler çıktı. “Yok efendim falan yerde bir inek insan doğurmuş, yok efendim boğazına bağlı bir yağlıkla bir yılan deliğinden çıkmış Ey İnsan Oğlu, Ey İnsan Oğlu kıyamet yakın demiş. Yok efendim annesini döven bir genç kalın zincirlerle bağlı olarak bir sabah bulunmuş. Yerin dibine doğru çekiliyormuş. Buna hükümet bile çare bulamamış.”
Ama aynı yıl en güzel haber Medik Barajının temelinin atılması oldu. Battal bu haberi eve getirdiğinde Azzet Kadın “Bak oğul ben bunu söylediğim zaman, sen Fakir Gazetesi söylemiştir diye beni lağlamıştın.” dedi. Battal “Olsun ana tek bu iş olsun ben lağlamış olayını.” dedi. “Eeee doğru çıkarsa geri köye döner miyiz?” dedi. Kiraz “Aman Allah korusun, ben dönmem. Şehre alıştım.” dedi.
Battal son iki yıldır bir toptancıda taşıma işini üstlenmişti. “Hiç olmazsa bir dam altında soğuktan, sıcaktan korunuyorum” diyordu. Eve radyo, buzdolabı, yaylı somyalar bu sayede alınmıştı. Çocuklar büyümüş şehir çocuğu görünümü almıştı. Kiraz şehir kadınları gibi giyinmeye çalışıyordu. Azzet Kadın’da bir değişiklik yoktu.
Aynı yılın içinde Battal ansızın hastalandı. Mahallede herkes bir ot adı verip tedavi şekli önerdiyse de pek yararlı olmadı. Hastalık kısa zamanda Battal’ı yatağa bağımlı kıldı. Üçüncü ayın sonunda hastalık beliriverdi, veremdi. Bunu Azzet Kadın duyunca yıkıldı. “Umudum, demidim, arkam kalanı, koyu gölgem. Yiğit oğlum” diye söylenip dolanmaya başladı. Sanki Battal hemen ölecekmiş gibi geliyor, Azzet Kadın’ı bir acı uğunduruyordu. Arada sırada kendi kafasına vuruyor, “Bu düşünceyi, şehre gelmeyi ben icat ettim” diyordu.
Battal hastalıktan kurtulamadı. Öldüğü gün hafif bir yağmur yağıyordu. Bu güne kendini iyice hazırlamış olan Azzet Kadın ağıtlarla feryatlarla acısını dindirmeye çalışıyorsa da bir acı içini kemiriyordu. Komşular kısa zamanda defin işini, gelenin gidenin ağırlanmasını hallettiler. Bir kaç gün sonra da mahalle eski yaşayışına başladı.
İsmet 16, İbrahim 14 yaşına basmıştı. Tüm yük şimdi bunların omzuna kaldı.
Azzet Kadın, arada bir kendi kendine söylenir olmuştu. “Ah kara bahtım ah. Ne günlere kaldım. Herif öldüğünde Battal küçüktü. Battal Öldüğünde aha çağalar küçük. Bu ellerde, ellerin içinde iki eksik etek, iki çocuk nasıl edeceğiz. Vay toprak başıma” diyip dönüyordu.
Köyden göçtükleri günden beri 14 yıl olmuştu. Tarlaları hep yarıya veriyorlardı. Tohumu verdikten sonra çiftçi ürünü yarıya bölüyordu. Ama bu ürün yıl yıl artmamış, sanki azalmıştı. Getirilen ürün yıl olur ancak bulgura, yıl olur unluğa yeter olmuştu. Battal öldüğünden beri de tümden azalmıştı.
Azzet Kadın köy işlerinden anlardı, ama şehrin yabancısı idi. Oğlu öldükten sonra sanki kafası da durmuştu. Gelini Kiraz, komşuların akıl vermesi üzerine İsmet’i bir berberin, İbrahim’i ise bir oto tamircisinin yanına çırak vermişti. Getirdikleri haftalıkla geçiniriz diyordu.
Günün birinde evlerine köyden Arap Yahya geldi. Köyü anlattı, komşuları anlattı, köyün ağacını, hayvanını anlattı. Sonunda siz ne iyi ettiniz de göçtünüz dedi. Azzet Kadın buna karşı çıktı. “Neyi iyi ettik oğul, neyi iyi ettik? Battalımızı bu şehre gömdük. Neyi iyi ettik?” bu söz evdekilerin hepsini ağlattı. Bir süre sessizlik oldu söze İsmet katıldı. “Yahya Dayı” dedi. Şimdi biz şehirli mi olduk? “He ya yiğenim, şehirli oldunuz. Bak giyinişiniz, yürüyüşünüz, bakışınız hep şehirli gibi. “Yahya dayı benim öğretmenim diyordu ki şehirli olmak bilgi ile olur, görgü ile olur. Giyinmeyle, falan olmaz. ” “Eh o da doğru yiğenim.”.
Gece geç vakitlere kadar oturdular. Her şeyi konuştular. Tattılar, sabah kalkıp kahvaltı yapıyorken Arap Yahya’nın dikkatini sofradaki yiyeceklerin azlığı çekti. Birden boş bulunup “Yahu siz ne kadar az yiyorsunuz” dedi. Azzet Kadın yutkundu, kaldı. Kiraz, “buna da şükür” dedi. Yahya sustu, geçten geç “Köye dönmeyi düşünür müsünüz?” dedi. Azzet Kadın “düşünsek ne olacak, düşünmezsek ne olacak hay oğul” dedi.
Yalnız kaldıkça Azzet Kadın geçmişi, olayları bir bir düşünüyordu. İlk evliliklerinden ta Battal’ın ölümüne kadar ölçüyor, biçiyor bir türlü sonuca ulaşamıyordu. Aslında köy burnunda tütüyordu. Ama gitmiyordu. Gidemiyordu. Komşular ne der diye düşünüyordu.
Günün birinde mahallede düğün oldu. Genişçe bir bahçede bir grup saz takımı iki gün boyunca çalıp söylediler. Azzet Kadın gitmedi. Gelini gitmek istemediyse de Azzet Kadın zorlayınca gitti. Akşamları işten dönen torunları gittiler. Düğünden gelen türkülerden biri “Tin tin tinimini hanım” türküsüydü. Bunu Azzet Kadın kente ilk geldiklerinde dinlemişti. Birden Battal’ı anımsayıp bol bol ağladı.
İsmet, bir akşam birlikte çalıştıkları bir arkadaşını eve getirdi. Oldukça hayali bol olan Samed adındaki bu genç İstanbul’a gitmeyi, oralarda çalışmayı anlattı, durdu. Gece geç vakitlere kadar sohbet sonunda evde yatıya kaldı. Bu çocuk Azzet Kadın tarafından pek sevilmemişti, “Oğul oğul sakın bu çocuğa kanıp evden tezmeyesin” dedi torununa, İsmet, sanki suç üstünde yakalanmış gibi sert bir şekilde “Yok” dedi. “Eh benden söylemesi” dedi Azzet Kadın.
Samed, bir kaç kez daha geldi bu eve. Hep aynı konuları açtı konuştu, durdu. Azzet Kadın o çocuğa da aynı şekilde tembihte bulundu. Bir kere Azzet Kadının kafasına bu dert tebelleş olmuştu atamıyordu. Korkuyordu Battal’dan sonra İsmeti’ de kaybetmek istemiyordu.
Bir keresinde Azzet Kadın bir olaya şahit oldu. Az kalsın kalbi duruyordu. Evin bahçesindeki sürsülük ağacının duldasında gelini Kiraz, komşu evden Ramazan’la akşam karanlığında konuşuyorlardı. Aralarında siyeç vardı ama olamazdı. Gelinine belli etmemeye çalıştı ama o günden sonra gözü gelinin üzerinde olacaktı.
Kafası allak bullak olmuştu. Kendi kendine konuşuyor, derdini dökecek birini bulamıyordu. “Şehir beni yiyecek, şehir beni yiyecek” diye düşünüyordu. Arada bir ağzına virdettiği “Dert bir değil elvan elvan” cümlesini söylüyor, duruyor, sonunda yine kendi kendine “Ne bilem anam ne bilem cebime koy cebime” diyordu.
Azzet Kadın, sanki tüm yanlışlıkların kendisinden kaynaklandığını sanıyordu. Düşünüyor, düşündükçe de geçmişi eşeleyip duruyordu. Kocası öldüğünde Battal sekiz yaşındaydı. El verip emek verip büyütmüş, kimseye avuç açmamıştı. Babadan kalma tarlalarına Çiftçi tutmuş, onlarla hona gitmiş hayvanlara bakmış, evin hem erkeği hem kadını olmuştu. İsteyeni de olmuştu ama hepsini terslemişti.
O gün evde üzüntü büyüktü. Azzet Kadın’ın korktuğu olmuştu. İsmet Samed’le İzmir’e kaçmıştı. Eve bıraktığı notta kendisini aramamalarını gerektiği zaman döneceğini yazmıştı. “Ah yavrum, ah yavrum” diye ağlayan Azzet Kadın gelinine “Sen de git, sen de git. İbrahim bana yeter, İbrahim bana yeter” diyerek ağlamaya başlamıştı. Kiraz, birden kuşkulandı. “Acaba biliyor mu? yoksa” diye düşündü. “Ben nereye gidem ana?” dedi. Azzet Kadın ansızın “Ramazan’a, Ramazan’a” dedi. Kaynanasına hiç karşı gelmeyen, her sıkıntısında ses çıkarmayan Kiraz, yerinden kalktı, ağır ağır Azzet Kadın’ın yanına geldi saçlarından tuttuğu gibi sürükleyip kapıdan dışarı çıkardı. “Hadi defol” dedi. “Ev benim oğlan da benim. Sen kim oluyorsun da bana kakınç kakıyorsun” dedi. Bu davranış Azzet Kadın’ı sanki dilsiz etti. “Hiç bir şey söylemedi, sabaha kadar dış kapının önünde oturdu, kaldı.
Azzet Kadın’ın köyden ayrılmasından on sekiz yıl sonra Medik Barajı bitirilmiş Yazıhan Ovasının bir bölümüne su verilmişti. Su kanallarının geçtiği yerlere çubuk kök tutup büyüdüğü için söğüt ağaçları dikilmişti. Ovada yer yer yeşillikler göze çarpar olmuştu. Kırkgöz köprüsünden Yazmana doğru geçilip gidildiğinde bozkır yeşillenmeye başlamıştı.
Sabah ilk ışıklar kentin üzerine vurmaya başladığında Azzet Kadın evinin önünde hala oturuyordu. Sabaha kadar gözünü kırpmamış, kendine lanet okumuştu. “Ama olsun” diyordu. Battal’ımın üzerine gül koklatmam, eğer soysuzluk yaparsa ben de öyle yaparım. Kabul edemem” diyordu.
Kiraz, erkenden kalkıp İbrahim’i işe yetişmesi için kahvaltıya kaldırdığında göz ucuyla dışarıya bakmış, kaynanasının oturduğunu görünce öfkeyle karışık, merhameti kabarmış, ama es geçmişti. “Defolsun, gitsin” dedi. “Bu gençliğimde, bu ellerde ne yapacaktım yani? dedi. İçeride Azzet Kadın’ın özel eşyalarından bulduğunu bir bohça yaptı, bir parça ekmeğe azıcık peynir koyup dürüm yaptı, kapıyı hızla açarak “Bana bak kadın” dedi. “Dediğin gibi, ben Ramazan’a gideceğim. İsmet bu yüzden kaçtı. O da biliyordu. Ben İbrahim’le kalacağım. Sen istediğin yere git. Bu iş böyle daha iyi oldu. Ben kendi yoluma sen kendi yoluna anam. Oğlun öldüğünden beri sana iyi baktık. Sen bize ne yaptın? Hangi derdimize derman oldun.Yedin içtin yattın. Haydi anam haydi Öküz öldü, ortaklık bozuldu. Ölenle ölünmez. Ben artık yeni bir hayata başlıyorum. Anlayacağın evleniyorum.”
Azzet Kadın, kapının önünde oturduğu yerde gelininin bu sözlerini dinledi, dinledi. “Tamam kızım, tamam yeter” dedi. “eşyalarımı getirdiğin iyi oldu. Yalnız İbrahim beni köyün arabasının kalktığı yere götürsün, sonra işine gitsin. Ben köyüme dönerim. He doğru öküz öldü ortaklık bozuldu. Ben niye üzüleyim ki? elbet köyde bir bakanım bulunur. Belki de gider gitmez ölürüm. Battal’ıma kavuşurum. Yeter” dedi. Ağlayacaktı ağlamadı.
Bohçasını yerden aldı. İbrahim’i bekledi. Sanki İbrahim’in içerden çıkması yıllar kadar uzun geldi kendisine. İbrahim, çıkınca bir öfke geldiyse de ağlamadı. Bohçası sırtında, İbrahim önde yola koyuldu. Gelinin verdiği durumu almamıştı. “Hiç te aç değilim” diyordu.
“İşte geldik nene” dedi. İbrahim. Yol boyunca hiç konuşmamışlardı. Halbuki ne severdi torunlarım. Ama çoktan beri evde garip olaylar nedeniyle her şey değişmiş, bu gün de bitmişti. Bohçayı elinden yere indirdikten sonra bir süre İbrahim’in yüzüne baktı. “Babasına ne kadar da benziyor” dedi. Eğildi, torununun gözlerinden öptü. Kendini sağlam tut. “Anana iyi bak herkesle iyi geçin. Beni de unut” dedi. İbrahim’i savdı. Bir Kasım günü geldikleri kentten tek başına Temmuz sıcağında tıkış tıkış olan otobüsün içinde terden sırılsıklam olan Azzet Kadın Kırkgöz Köprüsünü geçip Yazman Ovasına çıkınca kanallarla akan sulan ve bu kanalların kenarlarında yemyeşil söğütleri görünce otobüstekilerin duyacakları bir sesle “Ha ho Yazıhan Ovasında söğüt” dedi.
Ali AKSÜT