Kimlik, Kişilik, İnsanın Fabrika Ayarları ve Gönül Yarası Filmi
Kimlik mühim bir harita, yazılım insan zihni için… Kendi beliğini aşıp, kendinden daha büyük bir bütünün parçası olarak büyümek, güçlenmek, varlık göstermek ve hepsinden önemlisi de kendini - o aidiyet, kimlik içerisinde- güvenli hissetmek… Toplum içerisinde, toplumla yaşayabilmenin bilinen biricik ve en kolay yolu. Aidiyet… Ben Türküm, Kürdüm, Alman’ım… Sağcıyım, solcuyum. Hristiyan, Müslüman, Budist…; Alevi, Sünni…; bizim kabile, bizim aile...vb. Kısacası biz sıfatı ile ifade ettiğimiz bütün aidiyetler, kimliği oluşturur.
Kimlikler hazır paket yazılımlardır; iç dünyamız için. Fakat bu kimlikler bizim seçimimiz değil, maruz kaldığımız, bize, biz daha resit, baliğ değilken yüklenen sözlü, yazılı ve uygulamaya dayalı öğretilerdir. Tek seçenek olarak bize dayatılmıştır; fakat biz bunları özgür irademizle seçtiğimize inanırız… Belkide daha çok inanmak isteriz. Tabii yanılırız böyle düşünmekle, hissetmekle. Çünkü bunlar doğal, hakikat değil, kurgusal ve büyük oranda konjonktüreldir.. Daha çok kanılar, sanılar ve zandır. Zamanın ruhuna göre değişerek dönüşerek yol alırız.
“Ben bu aidiyeti, biz tanımını özgür irademle seçtim diyen öğrencilerime, birer kağıt çıkarın ve kendinizi tanımlayan, isminizle başlayan on başlık yazın derim,” der Prof. Dr.Sinan CANAN. Sonra verilen cevaplar incelenir. Adınızı siz mi seçtiniz? Annenizi babanızı, ailenizi, kabilenizi siz mi seçtiniz? İnancınızı siz mi seçtiniz? Seçtim diyorsanız neden inancınız anne ve babanızın inancı ile aynı? Oy verdiğiniz parti, anne babanızın oy verdiği parti ile aynı? Hatta tuttuğunuz futbol takımını? Irkınızı, Kürt, Türk, Alman vb. olmanızı siz mi seçtiniz? Vatanınızı siz mi seçtiniz? vb… Bunlardan hangisini siz seçtiniz? gibi sorurum. Tabii çoğaltabiliriz bu örnekleri.
Seçmediğimiz, reşit değilken bize dayatılan ve kabul etmeme seçeneğimizin ve dolayısıyla intenci-irade-mizin olmadığı dönemlerde bize belletilen, mahkumu olduğumuz bu değerlere (şablona) göre koca bir hayatı yaşarız. Üstüne üstlük “en asil olan kimliğin” kendimizin kimliği olduğunun cakasını satarak, atarak. Biz varya, biz!.. diyerek. Bu bizim kaderimizdir. Bunu sorgulamadan, benimser, sindirir ve yaşarız.
Gönül Yarası filminde Nazım(Şener Şen) nasıl bir kimliğe sahip? Bir Cumhuriyet Aydını, eğitimcidir o. Cumhuriyetin yaktığı o aydınlık meşalesini ülkenin, (karanlığın en yoğun olduğu ışığa en çok ihtiyacı olan en uzak köşelerine) Anadolu'nun en ücra köşesine taşıyan bir devrimci, vatansever ve aydın... Kızı Piraye bu tanımı şöyle yapar. “Dedesi İstiklal Madalyalı bir gazi. Babası eğitim gönüllüsü, halk partili bir solcu. Öyle ki oğlunun adını dahi bir şair-Nazım Hikmet-den almış. Onu tam bir vatansever olarak yetiştirmiş. Kendini ülkene ve milletine adayacaksın... Şartlara ne olursa olsun. Nazım bey bunun için Anadolu yollarında.”
Bu idealist kimlikten dolayı Nazım, bütün sevgisini, enerjisini “dışarıya” vermiş. Pirayenin deyişi ile: “O -pavyonda çalışan-kadını, -kadının- kızı(nı), okuldaki öğrencini, dağdaki çobanı, mezradaki kadını, bizden daha çok korudun, sevdin.” “...İdeallerin ailemizin mahvına neden oldu. Memet haklı baba, sen bizi hiç sevmedin. Sevgini -aile dışındakilere “a.s.”- öğrencilerine o kadar veriyordun ki, eve geldiğinde verecek bir şeyin kalmıyordu.” der babasına.
Konjonktür gereği öyle zamanlar olur ki kimlik, kişilik ile kendiliğin önüne geçer. Kişilik ile kendiliği gölgede bırakır, hatta boğar; onları kavruklaştırır ve nerdeyse silikleştirir.. Yalnızca kimliğin sesi duyulur. “Biz,” biz derde başka bir şey demez oluruz. Bazen ben dediğimiz de olur; fakat o benin büyük bileşimi, o bileşime -asıl- rengini veren yine o bizdir.. O kendini, ailesini unutur; o “ağır abi” pozlarına bürünen “dava adamı”dır artık. O, devrimci… Milliyetçi… yada İnancını tesis etmeye çalışan siyasal İslamcıdır…vb. Çoğaltabiliriz bunları. Sloganvari beylik bir deyim vardır: “Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır,” öyle yani!
Kızı Piraye babasına sorar ya:“... Herşeyi anlıyorumda, anlayamadığım şuydu? Nasıl oluyorda böylesine sevgi dolu bir insan, evlatlarına, kızının ağır ağır yaklaşan hastalığına kayıtsız kalabiliyordu?” Pirayenin anlayamadığı ve çoğunluğunda anlamadığı durum şuydu: bu gibi “dava adamları”nın gözünde varsa yoksa “toplum ve vatan” vardır. Bu bağlamda birey, dolayısıyla evlat ve aile üyelerinin dahi teferruat olduğu idi…
Teferruat olan yalnızca diğer bireyler ve aile üyeleri değil; hatta kendisi de bir teferruattı. Uzağı görür, fakat yakını, yanındaki ailesini hatta kendisini dahi göremeyen -zihni buğulu bir tür- gönül kusurlu hipermetrop gibidir “o”. Bu körlük, bilinçli tercih gibi görünse ve iddia edilse de; hipermetrop nasıl biyolojik bir problemse, bu adanmada konjonktürel ve bazen de kişilikten kaynaklanan yada her ikisinin etkileşimi ile oluşan bir maruz kalma, bir tür mahkumiyet ve kusurdur. Bu görüşümüz destekleyen sözleri yine aynı filmin kahramanı olan Nazım’dan alalım. “Benim adım niye Nazım, senin adın Piraye, abin Mehmet… Niye?” [Büyük Baba oğlunun adını Nazım Hikmetten esinlenerek Nazım, koyar. Oğul Nazım ise kızının adını Nazım Hikmetin eşinin adı olan Piraye, oğlunun adını ise Nazım Hikmet’in oğlunun adı olan Memet koymuştur.]
Baba Nazım itirafını, öz eleştirisini şöyle sürdürür: “Ben bütün bunları niye yaptim hala bilmiyorum. Niye kendimi bu yalnızlığa mahkum ettim, niye ailemin beni terk etmesini engelleyemedim? Niye hayatımı boş hayaller için mahvettim bilmiyorum, bilmiyorum?.. Üstelik sonunda elime geçen ne biliyor musun? Koskoca bir hiç. Sadece 3-5 öğrenci mektubu ve içinden çıkan fotoğraflar. İşin en acıklı yanı da şu kızım bir daha dünyaya gelsem yine aynı yollardan yürüyeceğimi biliyorum. “Demek ki yaşanan onca hayal kırıklığı,sürgünler, fişleme, sorgular bana bir şey öğretememiş.Tuhaf bir durum. Acı çekmeye gönüllü olmak. Ruhunu o işten alamamak. Bu bana hem keder verdi hem mutluluk. ...Kendi ideallerinin bedelini sana ödetmem affedilmez yavrum. Hepimiz hayallerimizin kurbanıyız.”
Şu ibare, rönesans aydınlanmasının önemli bir konusudur. Tabula Rasa -boş levha-, 17. ve 18. yy.da Hume ve Locke ile daha çok gündeme getirilir. İnsan boş bir kağıt mıdır? Yani bomboş bir kağıttır, onun üzerine ne yazarsan o olur, diyenler de var… Hayır, temel bir yazılımı da vardır, boş olan yanıda, diyenler de var. İkinci görüşe sahip olanlar, onun üzerine her türlü yazıyı yazabilirsin, onu her şekle sokabilirsin fakat, temel yazılımına, yapısına, fıtratına aykırı şeyler yazıldığında onun üzerine insan acı çeker, diyenlerde. (Kanımızca, Baba Nazım’ın mazisinden -sürüklenmişlik, elinde olmadan esr olunmuşmluktan kaynaklanan-pişmanlığı ve acı çekmesi de; yaratılışından kaynaklanan kimlik ihtiyacının karşılanmışlığından duyulan mutlulukta bundan.)
Jean-Jacques Rousseau'nun Ölümsüz Eseri ''Toplum Sözleşmesi''nde: “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur... Kölelik içinde doğan-böylesi bir çağda ve ailede(a.s.)- her insan kölelik için dünyaya gelir, bundan daha su götürmez bir şey olamaz.”der. Bu ibare ışığında bir zihinsel egzersiz yapalım… Yukarıdaki filmin kahramanı Nazım’ın, büyükbaba ve büyükannesi 20.yy.da Suudi Arabistan vatandaşı bir koyu Müslüman Arab olsaydı, oğlunun adı Nazım olur mu idi? Torunlarının adı Piraye ve Mehmet. Ve bu ailenin hikayesi, Nazım ve ailesinin hikayesi gibi olur muydu? Ve yahutta bu büyükbaba ve büyükanne, Hinduların ağırlıkta yaşadığı Hindistanda dünyaya gelseydi? Yada İran’da muhafazakar bir Şia ailesinde. Yada 1930’larda bir Alman vatandaşı olsaydı? Yada 21.yy. da Işid üyesi bir büyükbaba ve annenin çocuğu olsaydı... vs.vs.
Çağları geri alarak örneklendirelim.
Mesela Nazım, 1789 Fransız İhtilali döneminde Fransa'da yaşayan bir ihtilalci babanın oğlu olsaydı? O tarihlerde Marksizm yok. Başka bir örnek 20. yada 21.yy da ki bir fundamentalist İslamcı, dünyanın herhangi bir yerinde 4. yada 5.yy. da doğmuş olsaydı, fundamentalist İslamcı, olur muydu? Çünkü; İslamiyetin doğuşu 6. ve 7.yy. Yada bu günkü bir Hristiyan MÖ:1.yy. dan önce doğsaydı Hristiyan olabilirmiydi? Çoğaltabiliriz örnekleri… Tabii, genel den, çoğunluktan bahsediyoruz.
Özgür irade bir illüzyon mudur? Kimliğimizin Kader Mahkumu muyuz?.. Hayatımızın ipleri, dümeni bizde mi? Bizi kim yönetiyor?...
Psikoloğlar, 06-18 ay arasındaki bebeklerin alınlarına bir nokta koyar ve aynaya baktırırlar. Bebekler, alınlarındaki noktaya değil, aynada gördükleri bebeğin alınlarında bulunan noktaya uzanırlar. 18.aylık olmaya yaklaştıkları ve bu süreyi aşmaya başladıktan sonra, aynada gördüklerine değil, kendi alınlarına doğru işaret ettikleri görülür. 4 yasina kadar olan sürede, çocukların anne babaları ayrılınca, çocukların kendilerini sorumlu tuttukları görülür. Çükü anne, baba ve kendisini bir bütün olarak algılar çocuk. Bu(04) yaştan sonra, kendinin ayrı, annesinin ayrı, babasının ayrı insanlar, varlıklar olduğunu fark etmeye başlar.
5-6 yaşındaki çocuğun yanında bir deyim kullanın, mesela: “anam ağladı,” gibi. Çocuk, gerçek ile mecazı ayıracak beyin gelişimine ulaşmadığından, bu sözü söyleyenin anasının gerçekten ağladığını varsayar.
Çocuklar -bebekler-, 0 ile 03 yaş arasındaki anıları hatıtlayamazlar. Nörologlar, bunun sebebini, beyinin düşünme, aynalama merkezi ile hafıza merkezi arasındaki nöral, sinir bağlarının henüz gelişmemesine bağlarlar. Hafıza ile algı merkezleri arasındaki bağın zayıflığından, yetersizliğinden dolayı çocukluğun bu devri hatırlanamazsa, başka bir deyimle bilince getirilmezse de, 0-3 yaş aralığındaki bebeklerin yaşam deneyimlerinin izlerinin insanın yaşam süresi boyunca, insanların hayatı üzerinde çok, çok önemli etkileri olduğu ileri sürülür, hatta büyük kabul görür. Psikoloji, psikiyatri ve nöropsikiyatri, insan psikolojini incelerlerken bu döneme büyük önem verir.(Bilincine varılamayan bu döneme ait kayıtlar, biliç dışında korunuyor olmazsa, hatırlamayan yaşlardaki algı ve deneyimler ileriki yaşlarda insan psikolojisi üzerinde büyük etkiler gösteremez.)
18. Yaş altı neden akıl baliğ kabul edilmez, hukukta ve işlenilen suça ceza verilmez-ceza ehliyeti 18. yaş kabul edilir-, yada büyük indirim uygulanır? 18 yaş üzerinde beyin gelişiminin, büyük oranda yetkinleştiği kabul edildiğinden ceza ehliyetine sahip olduğu ve 18 yaş altı suçlarda ise beyin gelişiminin yetersiz olduğu kabulünden dolayı da cezadan muaf ve/ veya indirim verilir insana.
Yani, temyiz yeteneği için gerekli olan biyolojik, sinirsel donanımın 18 yaşından sonra yeterli hale geldiği kabul edilir. Yetersiz donanım ile insanın temyiz(doğruyu yanlıştan ayırma) yeteneğinin eksik olacağı varsayılır. Cocuk 01 yaşında dahi hak ehliyetine sahiptir. Miras hakkı gibi. Fakat;18 yaşına gelmeden fiil ehliyetine sahip olamaz ve hak ehliyetinden dolayı dahi bu mirası satamaz.
Başka bir başlık. Gelişim psikolojisi, kişiliğin ana omurgasının 0-04 yaş arasında, 04-06 yaş arasında ikinci büyük kısmının oluştuğunu… vb söylerler. Prof.Dr. Sultan Tarlacı’nın genetik üzerine verdiği şu örnek kişilik kuramı üzerine de uygulanabilir. Su basmanı, ana karkası yapılmış bir yapı var. Bu yapının temeli, su basmanı karkası 0,03 yaş 04-06 ve 06-10 yaş aralığında büyük ölçüde tamamlanır. Ergenlikte de önemli yapılanmalar olur. Fakat, İlerdeki bütün değişiklikler, bu temel ve karkas yapıda kullanacağınız tuğlaların, ince işi malzemelerinin, binanın renginin, mobilyalarının dekorunun vb. yapısı ile ilgili gibidir.
Değişim her zaman vardır ve olasıdır. Fakat bu değişim,(genellikle)ana karkas yapının mevcudiyetini ortadan kaldırmaz. Karkas yapıyı dahi ilerde değiştirebilmek mümkündür. Bu ise çok, olduk çok, çook küçük bir azınlığa nasip olur. Nüfusun %1 yada 2 si kadar miktarlarda ancak olabilir. Bu kişilere dini literatürde evliya, ermiş, derviş, bilge vb. derler. Bu ise kolay iş değildir. Mahsuni’nin şu deyiminde ifade ettiği gibi: “Dostlar beni bir kazana koydular, Kırk yıl yandım gene çiğdir dediler.” İşin bu kadar uzun zaman alacak, iç dünyamızda cereyan edecek olan meşakkatli mücahede, mücadele gerektirdiği böyle dile getirilir.
Bu son birkaç paragrafa birde, Öğretmen Nazım’ın, Pavyon Kadınına: …Biliriz, aklımız var, irademiz var… Her şey bizim elimizde. deyişini ve Meltem Cumbul’un: …Elimizde mi? Öyleyse iyi dinle öyleyse öğretmen. diye attığı tiradı bir düşünün.
Yukarıdaki resmi model alırsak, bizim dünyadan bihaber olduğumuz o bebeklik, çocukluk döneminden itibaren, inançlar, ideolojiler, hikayeler, şiirler, ortak kanılar, sanılar bir bir, üst üste, yan yana kitap raflarına dizilen kitaplar gibi dizilir ve model olmalar ile adeta kafamızda böyle bir canlı kütüphane oluşturulur. Önce ebeveynler, bakım verenler, sonra ailenin bütünü, sonra mahalle ve okul çevresi, sonra yaşadığımız ülkenin eğitim ve öğretim sistemi ve kültürü, bütün bunların üzerine dünyanın o zaman ve mekanda içinde bulunduğu ortam, konjonktür… eklenir. Bu koca, devasa faktörlerin etkileşimi ile kişilik, kimlik oluşur. Her dem eklenenler, çıkarılanlar ve yeni restorasyonlara, tabi olan, renkler alan bir yapılanmadır bu.
Nöroloji biliminin verileri, Karar Bilim, Nöro pazarlama, algıda hazırlık, eşik altı-subliminal- etkiler, yirmibeşinci kare faktörlerini hesaba kattığımızda, kendi kendimize şaşacak, inanamayacak hallerde birer “ben” olduğumuzu fark ederiz.(Harari, bugünkü insan son insan türü, der. Yapay zeka, nörolink, nöroloji, genetik, biyolojik 3d tasarımları, frekans, hologram, mono, nano, kuanto mühendisliği, BigData, Canlı Robot XENOBOT, Siborg, WEB3, DAO, humanoid, Metaverse, rezonanslar kavramları alanındaki gelişmeler, bugüne kadar bildiğimiz insan türünü, insanı olduğu kadar, toplum bilimi ve felsefeyi, dini de sarsacak, hatta yalnızca insana değil, dünya aleme dair de yeni resimler çizecek gibi gözükmekte.)
Bu hale nasıl böyle geldiğimizi bilemeyiz; fakat bütün bunların bizim bilinçli tercihimiz olduğu hükmü ile yaşarız. Don Kişot vari.
Hayvanların yaşamda kalma, türü sürdürme ve doğa ile uyumu büyük ölçüde içgüdülerle sağlanır. Primatların, memelilerin en fazla 150 kişilik gruplar ile uyumlu yaşayabileceği genel kabul görür. Fakat insan, milyonluk şehirlerde ve onlarca ve yüzlerce milyonluk ülkelerde, toplum olarak yaşar. Uyum sağlaması gereken sayılar devasıdır. İçgüdüler ile güdülenerek yüzlerce milyonluk bir ülkede uyumla yaşayabilmek mümkün değil. İşte bu yüzden, mühim felsefecilerimizden Prof.Dr. Ahmet ASLAN, “insan doğal değil, kültürel bir varlıktır,” der. Bize bu öğretilenleri, geniş manada (maarif) eğitim, öğretim ve kültür manasında kullanabiliriz. Yani bunlar bir bakıma hayvandaki içgüdülerin fonksiyonunu görür. Yada onun yerine insan eliyle kurgusal olarak oluşturulan, hedefler, ilke ve kurallardır. Bu manada bu kültürü insandan çıkardığımızda geriye vahşi, ilkel bir insan, memeli canlı kalır, der bir bakıma. Kültür; bir bakıma mevcudu, bir bakıma da zamanın ruhuyla temas eden bilgeliği içerir.
“Ol mahiler ki, derya içredir de deryayı bilmezler”
Üstad, D.Cündioğlu’nun şu mottosunu naçizane şerh ederek yazımızı sonlandıralım. “Önce insan olarak doğdum, sonra Türk oldum, sonra Müslüman oldum. Şimdi ise tekrar İnsan olmak için çalışıyorum.” Türk ve müslüman kavramlarına takılmayalım. Bu iki kavramı zaman ve mekanına göre, bütün inanç ve ideolojiler ile değiştirebilir yada yerine başkalarını koyarak üzerine düşebiliriz. İlaveten bu mottoda Türklük ve Müslümanlık kavramlarını ne yüceltme nede küçültme var.
Önce insan olarak doğarız; fakat sonra ise derhal doğduğumuz aile, mahalle, belde, il, bölge, ülke ve dünyada egemen olan kültür, inanç, ideoloji, dolayısıyla gelenek görenekten oluşan koskoca bir sistemin kalıplarına dökülürüz… Bunlar, daha doğman toplumda hali hazırda bulunan Prof. Dr. S. Canan’ın deyimi ile bizim, İnsanın Fabrika Ayarları’dır.
D. Cündioğlu, bu ayarlara biz daha zavallı, akli ile kendini idare edecek durumda değilken-bebek, çocuk- boynumuza takılan boyunduruk, ayağımıza takılan pranga, kollarımızdaki kelepçeler ve zihin dünyamıza takılan zincirlerdir, der... Kulağımıza fısıldanmalarla, şiirlerle, hikayelerle, topluma uymalarla, model olmalarla verilen fabrika ayarlamızdır. Bir dine, bir ideolojiye, bir ülkeye, bir ırka, bir geleneğe, göreneğe… ait olmak gibi. (Baba Nazım’ın:“Ben bütün bunları niye yaptim hala bilmiyorum.” öz eleştirisi, bu açıdan dikkate değer.)
İnsanın iç yolculuğu sonucu oluşan tekâmül, değişim, gelişim, dönüşüm, olgunlaşma, bize verilen bu fabrika ayarlarının neler olduğu, bize nasıl ne ne ölçüde verildiği, bizim bunları ne ölçüde içselleştirmiş olduğumuzu, bunları yerinden söküp, gereksiz olanları bir kenara atıp, yerine nelerin - zamanın ruhu ve kadimin birleşiminden yeni bir sentezi-, nasıl ve ne kadar sürede koyabileceğimizin bilgisi ve bunu istikrarlı olarak sonununa kadar sürdürebilme yılmazlığı ile böyle bir yetenek edinerek, ana karkas yapıyı yıkıp yenisini yerine koyabilmektir. Yani, uzun, zor, meşakkatli, karmaşık, yoğun mücadele ve akıl teri dökmeyi gerektiren bir yolculuktur bu. (Bu, İnsanın Fabrika Ayarları konusunun bilinç dışı gücüne örnek olarak birde şu metafor üzerinde düşünelim. Merkel aynı kadrosu ve seçim programı ile Türkiye'de seçime girse; R.Tayyip Erdoğan, Almanya'da buradaki kadro ve programı ile seçime girse ilgili ülkenin yurttaşlarından ne kadar oy alırlar? Neden bu böyledir?.. Yukarıdaki satırları bir de bu açıdan değerlendirebiliriz. )
Yani kendini yeniden inşaa etmek bu kadar zor ve ağır bir iştir. Üstadın deyişi ile “tekrar insan olmaya çalışmak” bize verilmiş olan bu Fabrika Ayarlarını yıkmak ve temelini, statik hesaplarını, plan ve projesini kendimizin çizdiği ve her bir tuğlasını çimentosunu kendimizin bilinçli olarak olarak özenle ördüğü, kendini yeniden inşaa etmeye çalıştığı bir insan olmaya çalışmaktır.
Çükü; İnsan olarak doğmak, insan olabilmek için tek başına yeterli bir etken değildir. Bu bağlamda, insan olabilmek kendini yeniden inşa edebilmek, yeniden doğmak, kurgulanmışlığı yıkmak ve kendine ikinci bir yeni hayat kurmaktır.(Kendini yeniden inşaa etmeyi başaramayan insan, insanlık için de yeni bir dünyanın kuruluşuna katkı sağlayamaz.)
Bu ise her insanın üstesinden gelmekte olduğu ve geldiği bir iş değildir. Bu sebepten dolayı, eskiyi yıkıp kendimizi yeniden inşa edemiyorsak, hiç değilse, bizim gibi düşünmeyen, inanmayan ve yaşamayan insan kardeşlerimize karşı hoşgörülü olmalıyız. Çünkü diğeri de, kendisi biçare, zavallı iken boyunduruk altına sokulmuş, kendisinin seçmediği; fakat kendisine, kendisi olduğu ona belletilmiş, inandırılmış Kimliğinin Kader Mahkumu!.. Bizim gibi yani. Ötekine, berikine, ailemize ve kendimize karşı tahammül ve hoşgörü göstermemizin, yumuşak huyluluğumuzun, sevgimizin zemini olmalı bu hakikatimiz. Çünkü; “biz” dediğimiz “biz”, bir bakıma tamamen de “biz” değil; hayatımızın kontrolü sandığımızın aksine elimizde de değil.
Alem senin eksiklerinle tamamlanır
Sen tam olsaydın alem eksik kalırdı
Hepimiz aynı yerden yaralıyız; her birimiz bu bakımdan yarımız… Ne biz tam, öteki yarım; ne öteki tam biz eksiğiz. Bir birimizin eksik yanlarını fark edip, uyuşan yanlarımızı -farklılıklarımızı da koruyup güncelleyerek- bir araya getirdiğimiz oranda daha bir tamamlanabiliriz. Sanırım Camus yada Bacon dı: “Her gün lanet okuduğumuz, şu kahrolası insanları, sevmekten başka çaremiz yok.” der. Başka çaremiz yok, mutlu ve huzurlu olabilmemiz için!.. Çünkü aynı çarkın ürünleri - aynı vardar var olmuş canlılar- olarak aynı gemide birlikte yüzüyor ve yaşıyoruz bu alemde.
Yeni bir yılda eski, ilk versiyon insanlığımızı biraz daha aşıp yeni, ussal -kendimizi kendimizin inşa etmekte olduğu- bir insan olmak dileğiyle,Yeni Yılınızı Kutlar, Yeni Bir Hayat dilerim.
31 Aralık 2021
Aliseydi
Not: The Economist kapağındaki resmi ben, görünmeyen ve belirleyici güç olan mevcut sistem ve araçları anlamında kullandım. Fakat; The Economist bu kapaktaki ipleri tutan büyük eli, -gelecekte daha belirginleşecek olan- büyük data ve yapay zekanın, humanoidlerin insan üzerindeki kontrolu anlamında kullanmışlar.