Bu sene havalar, bir önceki yıldan çok, çook farklı. Henüz don görmedik... Sobalar çok az yakılıyor. Dışarıda çalışabilmek mümkün, hatta gündüz gün karşısında oturanlar dahi var aralık ayında. Gün karşısında oturmak, dediğimde rahmet Hanım(AKDOĞAN) ablanın kendisi ile annesi lakabı Ağgızı kastederek söyledikleri geldi.
Bir gün kapı önünde güneşte otururlarken gördüm. Adet gereği nasılsınız, ne yapıyorsunuz, dedim - annesi ile kendisine? Oda tiz sesiyle: Vallahi Aliseydi, birde bize gün görmedi, derler. Halbuki sabahtan akşama kadar gün önünde oturuyoruz... böyle işte, diyerek espri yapmıştı. Her ikisine de Allah rahmet eylesin iyi komşularımızdı.
Bizlerde şimdilik gün önünde oturuyoruz, bu açıdan durumlar iyi. Birde geçen hafta Diyanet Fetvası ile yağmur duası da okunsa da üç gün yağmur, bereket yağdı. Fakat şu korona virüs yok mu, her güzel şeyin üzerine limon sıkıyor, batırıyor.
Öyle komşu komşunun yüzüne bakamaz oldu. Selam sabah kesildi. Düğünlerimiz, yemeklerimiz hatta ölümlerimiz bile batal oldu. Düğün, nişan, yemek vb... neyse ertelebilir; fakat, cenazelerimizi bile geleneğimize göre defin edemez, yas çekenin acısını paylaşmaya yanlarına uğrayamaz olduk. Ekonomik, sosyal, ruhsal... açıdan da dünyayı sarstı.
Şükür ümit tükenmedi. Bilim, insan aklının başarılı sonuçları, bizleri biraz rahatlatmakta. Aşılar, arkasından etkili ilaçlar piyasaya sürüldükçe rahatlayacağız. Bu zaman alacak, aksamalar karışıklıklar olacak, tüm dünya insanının aşılanması için verilen son tarih, 2024 yıl sonu olsa da, ümitli veriler var. Mesela gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin insanları 1-2 yıl içerisinde aşılanabilir - adaletsiz ama elde var bir demektir bu.
Bilimin ümit verici aşaması için bir kaç örnek:
Menenjit aşışı 68 yıllık bir araştırma sonucunda (1906-1974)
Su çiçeği aşısı:34 yıl (1954-1988)
Çiçek aşısı: 26 yıl (1770-1796)
Tüberküloz aşısı: 21 yıl (1900-1921)
Çocuk felci aşısı :20 yıl (1935-1955)
Kızamık aşısı 9 yıllık bir araştırmalar zincirinin sonucunda bulundu. (1954-1963)...
(Kaynak Euronews)
Coronavirüs aşısı bir yıl içerisinde bulundu.
Bilim bu baş döndürücü noktaya iki asırda geldi. Yuval Noah Harari'nin 30 dile çevrilmiş (Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi) bir kitabından bir kaç örnek verirsek, günümüze daha çok şükredeceğiz. Artılarımızı da göreceğiz.
.."1199'da İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard sol omzundan bir okla vurulmuştu, bugün olsa hafif yaralandı derdik; ama 1199'da, yani antibiyotiklerin, etkili sterilizasyon yöntemlerinin olmadığı çağda, bu küçük yara enfeksiyon kaparak kangrene dönüştü. 12. yüzyıl Avrupa'sında kangreni durdurmanın tek etkili yolu etkilenen uzvu kesmekti; ama enfeksiyon omuzda olduğunda imkansızdı. Kangren, Richard'ın vücuduna yayıldı ve kimse krala yardım edemedi. İki hafta sonra acılar içinde öldü."
19. yüzyıl gibi yakın bir tarihte, en iyi doktorlar bile enfeksiyonu nasıl önleyeceklerini ve dokulardaki çürümeyi nasıl durduracaklarını bilmiyorlardı. Sahra hastanelerinde, doktorlar basit yaraları olan askerlerin bile el ve ayaklarını kangren korkusuyla hemen kesiyorlardı. Bu da diğer tıbbi operasyonlar gibi (örneğin diş çekme) anestezi kullanılmadan yapılıyordu. İlk anestetikler olan eter, kloroform ve morfin, Batı tıbbında ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren düzenli olarak kullanılmaya başlandı.
Kloroformun icadından önce yaralı uzuv kesilirken, dört asker de yaralı arkadaşlarını kollarından ve bacaklarından tutuyorlardı. Waterloo Savaşı'ndan (1815) sonraki sabah, sahra hastanelerinin yanında bolca kesilmiş kol ve bacak görülmüştü. O günlerde orduya yazılmış kasaplar ve marangozlar genelde tıbbiyede hizmet veriyorlardı; cerrahi sadece bıçak ve testere kullanabilmeyi gerektiriyordu.
Waterloo'dan bu yana geçen iki yüz yılda tüm bunlar inanılmayacak ölçüde değişti. Haplar, enjeksiyonlar ve karmaşık ameliyatlar bizi bir zamanların kaçınılmaz ölüm cezası anlamına gelen pek çok hastalık ve yaralanmadan kurtarabiliyor, aynı zamanda pek çok günlük acı ve ağrıdan da koruyorlar, oysa modern öncesi insanlar bunları yaşamın bir parçası olarak kabul etmişti. Ortalama yaşam süresi tüm dünyada 25-40'tan 67'ye, hatta gelişmiş ülkelerde 80'lere fırladı.[84].
En çok çocuk ölümleri geriledi. 20. yüzyıla kadar tarım toplumlarındaki çocukların ortalama üçte biri yetişkinliğe asla ulaşamıyordu, çoğu da difteri, cüzzam ve çiçek gibi çocukluk hastalıkları sebebiyle ölüyorlardı. 17. yüzyıl İngilteresinde her bin yeni doğandan 150'si ilk yılları içinde, çocukların üçte biri de on beş yaşına gelmeden hayatını kaybediyordu;[85] bugünse bin İngiliz bebeğinden ilk yılda sadece 5'i, 15 yaşından önce de sadece 7'si ölüyor.[86]"
"Bu rakamların ne anlama geldiğini tam olarak anlamak için istatistikleri bir kenara koyup bazı hikayelere odaklanmalıyız. İngiltere Kralı I. Edward (1237- 1307) ve karısı Kraliçe Eleanor (1241-1290) iyi bir örnektir. Çocukları, ortaçağda mümkün olabilecek en iyi koşullarda büyüyor ve en iyi şekilde besleniyordu. Saraylarda yaşıyor, istedikleri kadar gıda tüketebiliyorlardı, sıcak tutan kıyafetleri vardı, yakacakları boldu, mümkün olan en temiz sudan içiyorlardı, bir hizmetliler ordusu onlara hizmet ediyordu ve en iyi doktorlar da emirlerindeydi. Kayıtlar Kraliçe Eleanor'un 1255'le 1284 arasında 16 çocuk doğurduğunu yazar:
Bilebildiğimiz kadarıyla Eleanor ve I. Edward sağlıklı bir çiftti ve çocuklarına herhangi bir ölümcül genetik hastalık geçirmediler, ama 16 çocuklarından 10'u (yüzde 62) çocukluklarında öldü, sadece 6'sı 11 yaşını geçebildi ve sadece 3'ü (yalnızca yüzde 18) 40 yaşını geçebildi. Bu doğumlara ek olarak, Eleanor'un muhtemelen düşükle sonuçlanan hamilelikleri de oldu. Edward ve Eleanor ortalama her üç yılda bir çocuk kaybettiler, arka arkaya on çocuk. Günümüzde bir ebeveynin böyle bir kaybı anlaması veya hayal edebilmesi mümkün değildir."
Bu günkü astesizler yoktu. Antibiyotik bulumamıştı. (kireçkaymağı, iyot, arsenik ve kinin gibi maddeler bir kısım mikropları öldürebiliyordu; fakat ilaç halinde bir form yoktu.) Louis Pasteur'un çalışmaları vardı fakat henüz araştırma aşamasında idi. Antibiyotik çağı, Alexander Fleming'in (1881-1955), 1928 yılında penisilini keşfetmesiyle başladı.
(Diyanet Yağmur Duası yerine Bilim Adamlarına uzun ömürler ve göçüp gitmişlere rahmet etse idi daha mı iyi olurdu? Çünkü hastalıkları ve ölümleri Yağmur Duaları değil bilim adamların laboratuarda geçirdikleri akıl teri önlüyor.)
Telokom baz istasyonu kurdu Fethiye'deki PTT'nin üzerine. Artık Türktelekom /AVEA hattı olanlar için evimizde çekmiyor, ulaşamadık, yok öyleydi, yok şöyleydi mazereti ortadan kalktı. Yani artık evinizden bir tıklama mesafenizde diğer insanlar ve internetteki dünya. Fakat, seslerimiz, görüntülerimiz ile neredeyse her gün bir kat daha maskelendiğimiz benliklerimiz arasında ki mesafe daha bir uzaklaşmakta ve ortadan kalkmaktadır.
Gelir dağılımdaki adaletsizlik, ortak mitlerin, inanç ve idolojilerin kalplaştığı, anlamsızlaşıp içlerinin boşaltıldığı bir süreç, herkesin kendine ait (bireysel temelli) bir dünya, değer ve hedefler belirlemesine sebep olmakta. Muhtemelen bu yüzden Friedrich Nietzsche, "Tanrı öldü" demişti. Buna karşılık Dostoyevski ise "Tanrı öldü ise artık her şey serbesttir," demişti.
Kanımızca kastedilen milyarlara, hatta bütün insanlığa hitap eden yada ettiğini iddia eden inanç ve ideolojilerden insanların kopuşu ve evrensel insani, ahlaki değerler yerine bireysel kanılarından ahlak devşirmeler kastedilmekte. Sıfat, isim itibariyle, Müslüman, Alevi Sünni; Hıristiyan, Protestan, Katolik; sağcı, milliyetçi, muhafazakar yada devrimci demokrat solcuyuz... Fakat çoğunluk bu sistemlere göre değil, kendi kendilerine oluşturduğu ilke ve değerlere göre duymakta, düşünmekte, yaşamakta ve yalınzlaşmaktadır.
Kimse kimseye "şu ayıptır, yanlıştır, kötüdür" diyemez oldu. Çünkü, artık evrensel bir terazi, ölçü aletimiz yok. Birine: "şu ayıptır, yanlıştır, kötüdür" dediğimizde, bireyselleşmekte olan insan: "size göre olabilir ama bana göre değil," diyebilmekte. Buda burun buruna aynı mekanda yada bir tık klavye yakınlığında olsak ta, birimizin söylediği, diğerine ulaşmıyor.
Bu açıdan baktığımızda, baz istasyonları, internet ve uçaklar bizleri kolayca bir araya getirebilse de, bu teknolojilerin hızı oranında birbirimizden uzaklaşıyor, bir birimize yabacılaşıyoruz. Çünkü Alemlere hitap eden bir Tanrı inancını, mesajını ve büyük ütopyaları olan ideolojileri öldürdük.
Geleceğe dair bu hususlarda ümitli şeyler söyleyemiyoruz: biyoteknoloji, yapay zeka ile nano teknolojik gelişmeler insanlık için büyük riskleri barındırmakta. Tabii Allah'tan ümit kesilmez.