“Ne kadar dünya kokuyorsun Yunus”
O kadar “dünya” kokuyoruz ki… Uhreviyata ulviyete dair gönlümüzdeki
tarım talan edilmiş. Toz Duman ardından kalan islenmiş, harap
edilmiş sevgi kırıntıları tek hazinemize dönüşmüş. Bu insan, hayat
ve yaşamla ilişkilerimizin her haline ve anına kadar sirayet etmiş.
Kadim değerlerimizden evlilik kumrunun tesisi için olduğu gibi devamı
içinde dahi bu koku iliklerimize kadar çekmiş. İlişkilerimizin, hayatla,
insanla olan temasının zemini ve cevherini bu kırık dökük elde kalanlar
oluşturur olmuş.
Kız istersin, şahsiyeti soranın sayısı azdır… Durumu nedir, ne iş yapar?
Vb. dağarcığından sorular sıralanır. Çiftlerin maddi durumun değişmesi
aşağıya ise ayrılıklar ve aile parçalanmalarına, yükselmesi ise şahsiyetin
aile içinde metaya dönüştürülerek maksimum yarar hesabı evrilir.
Aile reisleri olduğu gibi, bu ziraatın ürünleri olan çocuklar, dolaysıyla
sosyal yapıda evrilir bu yönde. Övünç, itibar ve zenginlik meselesi
masivaya aittir. Pazarın geçer akçesi dünya olunca, yenilip içilen,
giyilip kullanılan, alınıp sahip olunan ve tüketilen ile suretimizin
parlaklığı “süsümüz, zenginlimiz” olur.
Revaçta olan fiyaka kesesi doluluk, sureti düzgünlüktür. İşte
bundandır “buram buram dünya kokuşumuz!..”
***
Yunus’un Koca Yunus, Yunus Emre olmadan Hacı Bektaş’ın dergahına
buğday almak için gider. Nezaket icabı ve kendisinin tek ikram edeceği
şey olan bir tayda alıç götürür.
Karahüyük’e varınca Hacı Bektaşı Veli’nin huzuruna çıkıp armağanını
sunup “…ümiddir ki şu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz,
aşkınıza kifâf edelim” der.
Hacı Bektaş öyle olsun der. Yûnus birkaç gün orada eğlenir, gidecek
olunca Hacı Bektaş’a haber verirler o da “sorun bakalım ne ister,
buğday mı nefes mi verelim” der.
Yûnus “ben nefesi neyleyeyim, bana buğday gerek “der. Bunun
üzerine Hünkâr “varın Yûnus’a söyleyin, alıcının bir tanesi için iki
nefes verelim” buyurur. Yûnus dedi ki: “Ehil ayâlim var, nefes karın
doyurmaz, lûtf ederlerse buğday versinler, kifâf edelim”. Bu sözü
Hünkâr’a arz ettiler, bu defa “Varın söyleyin, alıcının her çekirdeği
başına on nefes verelim” der. Yûnus bunu da kabul etmez. Buğdayları
öküzüne yükleyip yola koyulur.
Yolda şöyle düşünür: “Vilâyet erine vardım, bana nasip sundular,
alıcımın her çekirdeği başına on nefes verdiler, kail olmadım. Ne
olmayacak iş ettim, gafil oldum. İmdi bu Buğday bir nice gün içinde
tükenir, nefesse ölünceye dek tükenmez. O nasipten mahrum kaldım.
Geri döneyim, erenlerin eşiğine varayım. Ola ki, himmet ettikleri nasibi
vereler.” Yûnus dönüp tekkeye geldi.
Yûnus’un ahvâlini Hacı Bektaş’a arz ettiler. Hacı Bektaş buyurdu
ki;”o iş şimdiden sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tabduk Emre’ye
verdik, varsın nasibini ondan alsın.” Der.
Tapduk Emre’nin huzurundadır, bir çok gelgitlerden sonra Yunus.
Tapduk Emre Yunus’un ahvaline bakar ve: “Ne kadar dünya
kokuyorsun Yunus,” der. Bu aşamada Yunus, bunun övgümü yergimi
olduğunun farkında değildir.
Dergahta yıllarca gündüzleri odun ve su taşıyıp geceleri okuyarak
kendinin geliştirmesine rağmen, bir vesile ile Tapduk’un yine bir gün
ona: “Sen hâlâ dünya kokuyorsun…” demesi üzerine Dergâhı gizlice terk
edip dağlara düşer. Karşılaştığı dervişler ile mağarada bir sürede daha
kendini geliştirir. Tekrar utana sıkıla dergâha döner.
Taptuk Emre’nin eşiğine uzanır. Âmâ olan Taptuk ayağını atınca
Yunus’un üzerine basar. Taptuk: “hatun bu kim ola ki der?”
Hatun: “Yunus,” der. Tapduk Emre bunun üzerine “bizim Yunus mu?”
diye sorarak Yunus’u tekrar dergâha kabul eder.
Yunus belli bir pişkinliğe ulaşmıştır; fakat hala Şeyh meclislerde
konuşmasına müsaade etmez. Mayalanmasının tamamlanmasına kani
olduktan sonra bir mecliste Tabduk Emre, Yûnus’a “Yûnus vakit doldu,
o hazinenin kilidini açtık, sen söyle” der.
Yunus bundan sonra: Taptuğun tapusuna, kul olduk kapısına. Yunus
miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah.’ der ve başlar irşada.
Yıllar geçer aradan. Yolda bir atlı Ahi dervişler karşılaşır, helaleşıp
ayrılırken, Yunus, bu Ahi’yi yıllar önce gördüğü bir Ahiye benzetir
ve artını mahmuzlayıp giden dervişe: Adınız neydi?” der. Ahi yıllar
önce Yunus’a söylediği sözü yine tekrarlar ve ‘ Boş ver adımızı Yunus,
adımızın ve bütün adların sahibi Allah’tır. “Hiçbir şeye sâhip ve mâlik
değiliz; her şeyin mâlik ve sâhibi Allah’tır,” der. Yunus bunun üzerine
isme tutunmakla, hala dünya koktuğunu fark eder. Şu dizeleri anımsar:
Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim, Aşkın ile avunurum, bana seni
gerek seni” der.
Varlığımız ev bark, mal mülk, hesap cüzdanları, çek karneleri
senetler…; yükseklimiz, büyüklüğümüz makam, mevki…; farkımız
evimizin bulunduğu semtler, mermer sütunlar, falanca model plazmalar,
mobilyalar, arabalar, telefonlar, lap toplar vb. olunca süsümüz elbise,
ayakkabı estetik cerrahı merkezleri tornasından geçmiş ten, kaş göz…
hazzımız ise sahip olmak, tüketmek ve bedensel arzuların tatminine
indirgenir.
Oysaki bir gün, ayaklarımızın altında biten otlar başımız üzerinde
yeşerecek, ahu gözleri, kiraz dudakları kurtçuklar yiyecek, sırma
saçlar, inci dişler toprağa karılacak, zaman ünümüz, canın tenden
ayrılması malımızı elimizden alıp savuracak!.. Yani buğday talan olacak,
fakat buğday kararından pişmancalık duyup, Tapduk’un Dergâhından
nefes, nasip alan miskin Yunus hala tükenmez bir hazine olarak
gönüllerdeki Kâbe’de ölümsüzleşmiştir. Belki de soru: mülk sultanlığımı,
gönül sultanlığı mı? Şeklindedir. Çünkü: “Ölür ise ten ölür canlar ölesi
değil”
O kadar dünya kokuyoruz ki, okumaya, kendimizi yetiştirmeye
bu koşturmaca ve telaş içinde hiç vaktimiz yok… Yunus’un
deyimiyle: “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.” Misali.
Yani, var oldukça yok olduk.
Bir kıssayla sözümüz sonlandıralım.
“Bir gün Harun Reşit Behlül Divaneyi kabristanlıkta kemikler ile
oynarken bulur.
“Hayrola Behlül Divane ne arıyordun der?”
Behlül Divane: “Efendim, “babanızın kemiklerini” deyip ilave
eder: “fakat hangisinin babanızın, hangisinin kullarına ait olduklarını bir
türlü anlayamıyorum,” der.
***
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni”
***
Az söz erin yüküdür
Çok söz hayvan yüküdür
Bilene bu söz yeter
Sende güher var ise.
“Yunus öldü deyu sela verirler, Ölen beden imiş, aşıklar ölmez” diyen
dillere Aşk-ı Niyaz ile…
30 Kasım 2012
a.s.
Not: Yazımızda, ağırlıklı olarak İskerder Pala’nın “OD” adlı
romanından, Abdülbaki Gölpınarlı’nının “Yunus Emre Divanı”ından
yararlandık. İlaveten internetten yaptığımız araştırmalar vb.