28 Şubat 1997… Bir kesim, diğer(onlarca öteki) kesime balans ayarı verdi. Bu ayar “bin yıl sürecek” dendi. 28 Şubat’ta verilen balans ayarı bin yıl sürmedi. 28 Şubatta balans ayarı verenlere şimdi (diğer taraf) balans ayarı veriyor.
Girmek istediğimiz Avrupa Birliği, tanzimattan beri üyesi olmak istediğimizi topluluk ve muasır medeniyetin zirvesinin yaşandığı model olan Avrupa’da bu balans ayarları 1950’ler de bırakıldı. Son olarak İspanya ve Yunanistan 30 kadar önce bıraktı bu tür ayar işini.
1980 Öncesinde derin devletin yanında her parti, dernek, fraksiyon diğerine zorla balans ayarı veriyordu. Sonra 1980’de ordu verdi bütün diğerlerine, sonrada, iktidarı eline geçiren her kesim diğerine balans ayarını verdi.
Bu gün için muasır medeniyetin bir tek balans ayar kriteri var: Demokrasi… Bütün kurum ve kuruluşları ile var olan ve işleyen bir demokrasi. Her kesim ayarını buradan almalı. Kimse kimseye ayar vermeye kalkışmamalı.
Cumhuriyet kurulalı beri, Kürtlere, müslümanlara, Alevilere, sağcılara, solcular… zorla ayar verilmeye çalışıldı. Herkes bir birine ayar vermeye çalıştı, kimse başarılı olamadı.
Bu gibi geri kalmış toplumlarda her “balans ayarı” girişimi: “layık, demokratik hukuk devleti” kisvesinde yapılır… Fakat hep rövanşist güdüyle ve toplum mühendisliği yapılır gerçekte. Maksat memleket, demokrasi ve hukuk değil, hakim gücün zihniyetinin, kurallarının, yaşam modelinin dikte edilmesidir.
Sistemin bütün mağdurlarına verilmeye çalışılan “balans ayarı”nın demokrasi ile alakası yok. Çünkü demokratik bir toplumda her kimlik, kültür, cinsiyet renk vb. hukuk devletinin güvencesi altındadır ve insanlar farklılara saygı ile bakarlar. Diğerinden farklı olduğunu bilir, kendi inanç ve yaşam tarzının doğruluğun
a inanır, bunu savunur ve yaşar; fakat kimseyi zorla kendine benzetmeye çalışmaz, yani balans ayarı vermeyi aklından dahi geçirmez…
Gündemin birinci maddelerinden biri olan 28 Şubat davası ise Cumhuriyet tarihi boyunca hakim olan vesayetçi sistemin yargılanması, ortadan kaldırılması davasıdır. Dorudur. Fakat tepkiseldir. Demokratik sistemlere ise bu gelgit dalgaları sonucu biraz daha yaklaşılır.
Rövanşist olmasının negatif yanı; muhalifliğin, değişimin sisteme karşılıktan çok, sistemi demokratikleştirmekten uzaklaşıp, sisteme hakim olma gibi bir risk içermesi. Mesela: 12 Eylül paşaları yargılanırken, 12 Eylül anayasası ve sistemini şekillendiren 600 kadar kanun hala uygulamakta. Sanki sorun 12 Eylül rejimini berhava etmek değilde, bu sisteme hakim olarak onu kendi hesapları doğrultusunda kullanmak gibi gözükmekte. İşte risk burada.
Bu konuda biz yazı yazmadık, bu güne kadar. Çünkü bu gün söyleyeceklerimizin benzerini hükümetin en muhafazakar kanadının temsilcisi olan bakan Cemil ÇİÇEK dahi söyledi. Yani Cemil ÇİCEK’in söyleyeceklerinin benzeri olacak bir sözü söylemek ise yalnızca ahkam kesme ve gevezelik olurdu, diye düşündük.
Dün Malatya’da idim. Kılıçtaroğlunu haklı çıkaracak bir kampanya gördüm ve videosunu çektim. Kapalı çarşının karşısına bir stant açmış olan Mazlum Der. görevlileri hoparlörden “İmam Hatiplerini Kapatan 28 Şubatçılar yargılansın, imzala…” anonsunu yapıyordu. İktidara taraf olan (eklediğimiz) gazete manşetlerine de bir bakın…
Bu gerekçeyle, bu yargılamaya itiraz edecekler hakında bir akıl yürütsek ve şu an iktidarı ve sisteme hakim olmakta olacak güçleri değiştirsek ne olurdu sonuç?
Mesela AKP yerinde, CHP olsaydı, yada Marksistler, Aleviler yada Kürtler vb. iktidara gelmişler karşısındaki ötekilerin hali nice olurdu?
Silivri’ye, Sincan’a Hukuk Devleti(?!)adına kimler girerdi. Bilmem kaçıncı Ergenekon vari tutuklamalar kimlere karşı yapılabilirdi? Kenan Paşanın ünlü bir sözü vardı:”asmayalım da besleyelim mi?” diye. Şimdi bu sözü Kenan paşa ve ekibi için söyleyenler çok değil mi? bu ülkede. Engenekon ve 28 Şubatçılar için de söyleyen yok mudur?..
İktidara, yada ötekine muhalif olmak kolaydır ve geniş taraftar bulur. Fakat demokratik hukuk devleti adına sisteme muhalif olmak ise oldukça zordur ve bunun taraftarı ise yine oldukça azdır ülkemizde.
Deniz Feneri üzerinden bir tarafa yüklenmek kolaydır ve diğer kesimden geniş taraftar bulur. Fakat 12 Eylül’e karşı olan bir marksiste 11 Eylüle kadar bu memleket için kurşun sıkanlar, 12 Eylül günü hemen silahlarını neden toprağa gömdü – marjinal oldukça küçük bir azınlık dışında? Mücadelenin teorisi değişti diyenlere ben rastlamadım. Niçin Sovyetler birliğine yada bu ittifakın bir üyesine değilde, mücadele edildiği söylenen emperyalist ülkeler diye anılan ülkelere sığındılar. Normalde destekte, ittifakta sığınmada yoldaşların memleketine olması gerekmez miydi? Sağlam bir cevap verilebilir mi, bu soruya? Ben veremedim…
Prof. Mahir Kaynak, “ülkemizdeki sağ sol, alevi sünni harekatını yönlendiren asıl gücün merkezi Avrupa devletleridir,” der. Onun mantığı açışından baktığımızda Kenan paşanın: “Şartlar olgunlaşana kadar biraz daha bekledik.” sözü de bir anlam bulur. Paşaları bekleten, şartları olgunlaştıran, şartlar olgunlaşsın siye silah kullanarak dava adına adam öldüren devlet, sağ, sol, dindar kesimi de darbeye hazırlanan zemine araç edende aynı kaynaktı. Şartlar olgunlaştırıldı. Darbe yapıldı, kontrolü imkansız azınlık gözdağı olsun diye mahpushanelere tıkıldı bir kısmı asıldı; fakat hareketin ana damarını oluşturan güçler yeter emrine istinaden Avrupa’ya sığındı.
Yani derin devletin ülkemizdeki kanadı da, sağ, sol dindarlarda kullanıldı… Acaba sağ sol ve dini örgütlenmelerin yönetim kademesindekilerin mal varlıkları ve ilişkiler ağı araştırılıp açıklansa ortaya nasıl bir görüntü çıkar oldukça merak ediyorum. Toptancı bir ithamda bulunmuyorum, ağırlıklı kısmını kastediyorum.
Hiç şüphem yok ki, bu memleket için gerçekten saf ve temiz niyetiyle mücadele eden sağ, sol, dindar örgüt, asker, polis, sivil halk vb. içinde temiz insanlar(da) var. Herkes memleketini kendi yolundan giderek kurtarmaya, koruyup kollamaya çalışıyor. Fakat bu insanlar bu yapılar içinde azınlıkta.
Büyük bilgiye ve sermaye sahip olanlar ile atılan aşıkta çoğu zaman kaybedip, amacı dışındaki bir istikamete yönlendiriliyorlar-bu azınlıklatiler.
Devletin demokrasi ve hukuk dışı uygulamaları sonucu Güneydoğudaki PKK taban buluyor. Bu doğru. Fakat, ABD’nin istemediği bir PKK, Kuzey Irakta var olabilir miydi? PKK ile mücadelenin devlete yüz milyar dolarlara mal olduğu beyan ediliyor… Biz devletiz, bunu finanse ediyoruz kendi kaynaklarımızla.Peki bu denli bir paranın harcandığı bir savaşta, karşı tarafın milyar dolarlık maliyetini Güneydoğunun fakir halkı mı finanse ediyor? Kapitalist sistemde her şey alım satım konusudur. Öyleyse milyar dolarlık desteği veren hangi hizmeti satın alıyor? Apo’yu biz mi yakaladık, yoksa onu koruyup kollayan güçler tarafından teslim mi edildi?.. Cevabı oldukça zor sorular bunlar…
1978’de Hasan Fehmi Güneş’in içişleri bakanı olduğu dönemde, öğlen öncesi öldürülen bir solcu ile öğlen sonu öldürülen bir sağcının cesedinden çıkan kurşunun otopsi yapılıyor. Kurşunun aynı silaha ait olduğu şeklinde bir rapor açıklanıyor.
Solun önemli isimlerden Hüseyin Ergün’ün Neşe Düzel’e verdiği mülakatta. bir anısından söyle bahsediyor. (Taraf 2009)
“N.D: 28 Şubat’ta, 27 Nisan e-muhtırasında yaptıkları gibi mi?
H.E.Onlardan önce de işbirlikleri yapıldı. ‘Askerlerle birlikte darbe yoluyla’ iktidara gelmek için vurmalar, kırmalar, banka soygunları yapıldı. Darbe öncesi provokasyonlarda solun rolü feci bir şeydir. Vurmalar, kırmalar hep istikrarı bozmak ve darbe ortamı oluşturmak için yapıldı.
N.D:Sol bütün bu provokasyonları bilinçli mi yaptı?
H.E:Aşağıdakiler farkında değildi ama şefler bunun farkındaydı. Gençlerin şef pozisyonunda olanları da durumun farkındaydılar.
N.D:Deniz Gezmişler… Askerî yönetimi iktidara getirmek için eylem yaptıklarının farkındalar mıydı?
H.E:Şöyle söyleyeyim. Bir tanıklığımı anlatayım. Yusuf Küpeli 1980 sonrasında cezaevinden çıktıktan sonra bana geldi. “Biz baştan sona kullanıldık” dedi. Ben de “Nasıl farkında değildiniz? Asker adam geliyor, size silahı veriyor. Size, biraz ortalığı karıştırın, biz gereğini yapacağız diyor. Siz bütün bunlara rağmen farkında değil miydiniz” dedim. Bana cevabı şu oldu. “Ben bunu Mahir’le de (Mahir Çayan) konuşurdum. Ona, ‘MİT falan bizim bu kadar içimizde. Ne oluyoruz’ diye sordum. Mahir de bana, ‘Biz güçlü bir siyasi hareketiz. Elbette MİT de bizimle ilişki kuracak’ dedi.” Gerçek şu ki…
N.D:Evet…
H.E:Türkiye’de silahlı gençlik hareketini 1970 ve 1980 öncesinde askerler kullandılar. Askerler tarafından kullanıldıklarını gençlik hareketlerinde şef pozisyonunda olanlar kesinlikle biliyorlardı. Orduyla ittifakı, iktidara gelmenin bir yolu olarak görüyorlardı.
N.D:Siz o dönemde gençlik hareketinin şeflerinden biri değil miydiniz?
H.E:Ben, iktidara gelmenin demokratik yoldan olmasını isteyen tarafın şeflerinden biriydim. Mülkiye’de Fikir Kulüpleri Federasyonu başkanıydım. Sonra bu yapı Dev Genç’e dönüştü. Ben Dev Genç’te bulunmadım. Türkiye’de askerlerle işbirliği yaparak iktidara gelme düşüncesi, ‘elbette az gelişmiş ülkelerde ordunun ilerici bir rolü olacak’ yaftası altında savunuldu.”
***
Sonuç olarak; vesayet soruşturması ve yargılaması şimdilik askerler üzerinden, birazda yargı üzerinden yürüyor. istihbarat örgütlerinde, yüksek yargıda, sol ve sağ örgütler ile dini yapılanmalar ile PKK ergenekonu henüz soruşturulamadı…
Fakat zamanın ruhu üfürdü, tekerlek dönmeye başladı. Ergeç bu yapıların çoğu soruşturulacak ve şimdi rövanşist olan; fakat sonuçta demokrasiye katkı sağlayan bu yapı taşlarından üzerinde yükselecek “yeni Türkiye Cumhuriyetinin layık, demokratik sosyal hukuk devleti” yapısı.
Ben inanıyorum ki benim bahsettiğim modeldeki Cumhuriyet elden gitmeyecek ve Atatürk’te bir kesiminin oluşturduğu gibi put olmaktan çıkacak, ülkemizin ulusal kurtuluş savaşının önderi ve cumhuriyetimizin kurucusu olarak daha saygın bir noktada olacak.
Hepimizin 28 Şubat’ı ve Ergenekon’u var… Daha çok takkeler düşecek!
a.s.
19.04.2012
Not:Gündemi meşgul eden bir çok siyasi konuda yazmadık… Çünkü gündemdeki konular henüz bugün ki gibi belirgin değilken bu hususlarda görüşümüzü geçmişte arz etmiştik… O vakitler de söylediklerimizi şimdi her gazete ve tv söylüyor. Hatta AKP’nin en muhafazakar kanadının sözcüleri, bakan Cemil Çiçek dahi söylüyor. Sistemin en muhafazakar kesiminin dahi alenen dile sakız ettiği sözleri tekrar etmeyi anlamlı bulmadık. Başka bir deyimle bunları tekrar etmek, “bir şey söylemek değildir,” diye düşündük.
Bu sebepten dolayı, yukarıdaki yazımızı dahi paylaşıp paylaşmamakta tereddütler yaşadık… Azda olsa yazımızda henüz çoğunluk gündeminde olmayan farklı yanlar gördüğümüzden paylaştık.