Beni ne doktorlar, mühendisler, öğretmenler…
Beni ne doktorlar, mühendisler, öğretmenler… istedilerde, varmadım!.. Toplum nezlinde en itibarlı meslek ve sosyal statüye karşılık geldiği için böyle söyleriz! Belki de böyle olduğu için pek çok alımlı kızımız aslını bulamadığından ya bir “kaldırım mühendisi” ile yada sesinin tonunu kalınlaştırarak “efendi, efendi okumadım ama ben hayat okulunu bitirdim,” diyen “çok bilmiş öğretmenlerden” biriyle evlenmiştir.
Doğrusunu söylemek gerekirse ben böyle biri değilim… Beni ne doktorlar, mühendisler, öğretmenler… istemediler! Ama bende onları istemedim; yani ille de su yada bu meslek yada sosyal statüde olan birilerini aramadım: “kısacası gönlümün götürdüğü yere gittim…” Hem doğal olarak ta isteyemezlerdi; çünkü bu deyim, kızlar ve kız ana babalarının rüyaları ve kuruntularına dairdir…
Deyim çoktur bu hususta: “gönül kimi severse güzel odur,” “iki gönül bir olunca samanlık seyran olur,”vb. Bizim konumuz aslından doğrudan “bu tür gönül” meselesi ile ilgili değil… Ama sonuçta yine de gönül meselesi; fakat gönlün başka bir boyutu ile alakalıdır.
İtibarı dünyaya(dünyevi olana), maddeye gösterirsek; uhreviyat, ulviyet, semavi, kutsal ve insanlığa dair olan manevi, düşünsel, zihinsel ve ideallere dönük olan gönül gözümüz körleşir, sağırlaşır, tatsızlaşır ve duyarsızlaşır…
Sonuçta sahneye makam, mevki, mal mülk, debdebeli ve şaşalı bir görüntü akseder; fakat gönül gözümüz beden dilini görmeye kör, kulağımız titreşim dışından gelen seslere sağır, bir bakışı, bir adımı, bir duruşu anlamaya ve algılamaya karşı ise aklımız zihnimiz dumura uğramış olur ve fukara, sırım gibi tatsız tuzsuz, renksiz, kokusuz, zevksiz bir gönle dönüşür benliğimiz…
Her biri bir baharın açıp bir başka baharla yok olan nebat yada ömrü saatler yada günler ile sınırlı olan rengarenk kelebekler gibi göz kamaştırıcı görünür. Lakin kadim olabilen, hiç değilse üç zaman sonra anımsanmaya değer pek güzel ve anlamlı bir şey yok yada kalmaz geriye…
İş te bu sayıp dökmelerimize ve bu yazıyı yazmamıza ne sebep oldu biliyor musunuz? Kadim değerlere dair olan bir nezaket, görgü ve tevazu örneği gösteren mülayim ziraatçı, mühendis…
Bilindiği gibi geçen yıl bizim dairelerin birinde bir ziraat mühendisi çalıyordu. Dolayısıyla ilçe ve il tarımdan gelen ziyaretçiler geliyordu buraya, mühendis, veteriner vb… Bizde geleneğimiz gereği gelenlerle hoş beş ve çay ikram eder çoğunlukla giderlerken kapıya kadar uğurlardık onları.
İki gün önce karsıma tam çıkaramadığı ve aşina olduğum hissi veren biri dikildi ve belli bir samimiyet hissi ile merhaba dedi, hal hatır etti ve İl tarımdan geldiklerini muhtar ve bazı çiftçilerle işlerinin olduğunu ve bu iş için geçen yıl ziraatçının kullandığı odanın müsaitse açılıp kendilerine geçici bir süreliğine tahsisini talep ettiler. Bizde bahsi geçen odayı açtık, hal hatır ettik, muhtarın telefonunu bulduk ve çay ikram ettik. Sonra muhtar geldi mi diye gittim ki, gelmiş. Teşekkür ettiler.
Çalışırken bu arkadaşların dairede oldukları unuttuğum bir anda, geçen yıl gördüğümüz, bu gün de ilk olarak bize merhaba demeye gelen arkadaş önde diğerleri arkada bir anda kapıyı çalıp bize: “belli bir samimiyet ve sıcaklıkla gidiyoruz, ilginize teşekkür ederiz, çay getiren hanıma da teşekkür edelim,” dediler mutfağa doğru gittiler ve geldiler…
Fakat bu zamana dek nice doktorlar, mühendisler, öğretmenleri… kapıda karşıladık ve kapıya kadar gidip uğurladık; fakat onların bir çoğunun rastlamadığımız zamanlar belediyeye ne zaman ve nasıl girip çıktıklarını fark edemedik… Hatta ilişkimizin biraz özel olduğunu sandığımız köylülerimiz içinde bu geçerli!
Hele de makam odasına girip çıkanlar ile makam odasına girmeyenler arasında birde “kocaman” fark oluşuyor. Çocukken “gökkuşağının altından geçen erkeklerin, kız; kızlarınsa, erkek,” alabileceklerini söyler ve buna böyle inanırdık.
Gök kuşağının altından geçip te cinsiyet değiştirenler oldu mu bunu bilemiyoruz; fakat bizim makam odasına girip çıkanların bir kısmı kesinlikle sınıf atlıyor, görgü ve nezaket kurallarını unutacak çapta “büyük(?!)” adam olup çıkıyorlar oradan, “bundan artık hiç şüphem yok.”
Misal: Fark ettiğimizde kapıya kadar uğurladığımız bazı dostlarımız makam odasına doğru yönelirken(rastlantı ile) göz göze geldiğimizde baş sallar; fakat çıkarken oklava yutmuş ve boynu sol tarafa bükülmüş gibi başları dik, kurumlu kurumlu “şu tarafa” bakarak çıkar giderler… Dolayısıyla bizse “gözle dahi” uğurlayamıyoruz, “gök kuşağının altından geçen dostlarımızı.”
Acaba diyorum, dünyevi zenginliğin, kibrin verdiği büyüklük ile uhrevi ve ulviyata dair olan büyüklükler arasındaki ters, zıt bir korelasyon mu var. Tıpkı bir tahterevalli gibi, bir tarafı yükselirken diğer tarafı alçalmak zorunda mı diye?
Sanırım bundan olmalı, mal mülk, makam sahibi olup ve tükettiklerimiz nicel olarak artınca kendini tahterevallinin yüksek, yükselen tarafında buluyor; bu durmda ise değerler( tevazu, mütevazi, mülayim, görgü, nezaket… kuralları içselleştirmiş insan olmak vb.) kategorisi ise tahterevallinin aşağıya inen ve inmiş kısmında kalıyor…
Günümüzde büyük adam olmanın kolay formülü bu olunca, büyük idealler, inançlar düşünceler ve mücadeleler eriyip akıyor… Keşke kendini yüksek ve zengin görenler; aynı zamanda bilge, nefsini terbiye etmiş, ahlak, adap(görgü terbiye, adalet vicdan ve nezaketleri) ile de taçlandırsaydılar… Birinin çok olduğu yerde digeri az olmasa, azalmasaydı!
Fakat yıldız olabilmek, yücelmek, yükselmek ve büyümek o kadar kolay değil. Halit Kıvanç’ın rahmetli Zeki Müren’i sunarken verdiği bir örneği aktarmak önemli bir işarettir bu hususta. “Bir saman çöpü, bir gazete parçası da rüzgarın etkisiyle yükselir; fakat önemli olan yükselmek, yukarılara çıkmış olmak değildir, yükseldiği yere bir yıldız gibi çakılıp kalıp, binlerce yıl oradan ışık saçabilmektir.”
Zenginliğin kaynağı, yücelik makamının ne ve neresi olduğunu ifade eden iktibası ise Ken’an-er Rifai’den yapalım.
“Ken’an-er Rifai’ye: ‘’Tekke nedir?’’ diye sorulduğunda, “Sema’nın ve zikrin hakikatine vasıl olan kimseye ten tekke, gönül makam olmuştur.” diye cevap vermişlerdir.”(Cemal Nur Sargut)
Sözümüzü mütevazi bir hayat süren; fakat asırlardır çakıldığı yerden dünyaya ışık saçan insanlığın yıldızlarından biri olan Mevlananın bir sözü ile bitirelim. “Ne elbiseler gördüm, içinde adam yok; ne adamlar gördüm, üzerinde elbise yok.”
a.s.
01 Mart 2012
Not: Nitelememiz anlaşılacağı gibi küllü, bütünsel değildir. Belli bir sosyal statüdeki insanların genel eğilimine işaret etmektir.
Yazıhan’dan gelen hakim ve savcılardan bazıları, belediyemiz personeline: “Resmiye hanım çok güzel çay yapıyorsunuz, çayınızı içmeye geldik,” diye nezaket gösterileri yaptığı ve geldiğinde Resmiye’nin vizite olduğunu öğrendiğinden başka bir geldiğinde geçmiş olsun geçen defa geldiğimizde hasta olduğunuzu öğrendik diyen hakim savcı ve kaymakam da olmuştur. Önüne çay konurken ve boş kaldırılırken “kaf dağına” doğru bakan da…
Bir Fethiyelinden örnek vermek gerekirse, belki bir defa daha yazmış tırım. Negatif olan eleştiriyoruz, pozitif olanı ise ödünleyip övelim, örnek teşkil etsin diye.
Hiç değilse 20 yıl oluyordur… Ali abi (Avukat Ali İlhan) bir tarlası göl ve çeşmenin suyu ile sulanırken suyu bölmesinler diye harık boyunca gidip geliyordu. Ali abiyi bizim meşhur ettiğimiz gölbaşındaki masanın(o zaman yoktu) olduğu yerde oyalanır gördük… Gelenek daha güçlüydü o zamanlar. İlla bir şey ikram etmek istedik, onun “zahmet etmeyin” demesine rağmen çay yaptık. Belki de az önce ev de ve kahve de de içmiş ve canı da istemiyor olabilirdi. Fakat bizim ikram ettiğimiz çayı alırken: “maşallah tavşan kanı gibi çay, bunu kim yaptı,” gibisinden memnuniyetini belirtti ve bizi bu sözleriyle gururlandırdı.
Çayı biz kaldırdık, rahmetli (alloş, bekçi Battal)Battal Kutlu geldi. Battal amca: “Ali efendi illa bir kahvemizi iç,” dedi. Ali abide bu ısrarı reddedemedi ve kabul etti. Rahmetli Emine bacı bir kahve getirdi, dut ağaçlarının altında sandalyede oturan Ali abiye. Ali abi: “Ay bu ne biçim kahve köpük köpük, şekeri de tam bana göre,” diye belli bir samimiyetle onlara da iltifat etti.
Ali Abi, geleneksel algı açışından baktığımızda kimdir: “Ağa çocuğu, okumuş saygın bir avukat, köyde konakta, İlde Vali Konağı caddesinde oturan bir şehirli…vb.” yani, yani bizim ikramlarımıza karşı burun bükmesi için yeteri kadar toplumsal sebep var!..
Am o burun bükmedi ve ikramlarımız kabul ve bize iltifat etti. “İşte bu gönül zenginliği,” onun “ağa çocukluğundan, avukatlık mesleğinden, köydeki eski konağından, tarlalarından, vali konağı caddesinde yaşayan şehirliliğinden, bankadaki mevduatından daha yüksek ve paha biçilmez bir zenginliktir. ” Mevzu bahis konusu yapmamızın sebebi de budur.