Benim bir eleştirmenim var… Bir şey yazarken rastladığında, ağzı kulaklarına dek açılırken: “Gör neler saçmalıyorsun, yada gene mi saçmalıyorsun Aliseydi,”der. Hem de yüzüme karşı. Dili bile sürçmeden!..
Yazdıktan sonra okumuşsa: “Ne kadar saçmalamışsın, şu sözün ne alakası vardı,böyle bir şey nasıl yazılabilir? der. Yazımızda eler tutar yan bırakmaz. Örseler
durur. Bütün bunlarda yetmez gibi birde beni uyarır, başını sallayarak: “bir
gün senin başın belaya gidecek bu yazdıklarından dolayı,”der.
“Bazen fikrini biraz yumuşatarak söylese; sonuçta bizde insanız, bizimde moralimiz var?”diye düşündüğümüz oluyor. “Benim sana ne ettiğim var, bilmiyorum ki?” diyesim geliyor içimden.
Allah benim başıma onu “sanki moralimi bozsun diye” tebelleş etmiş. Tirkeşip duruyor… Bu zamana kadar benimle ilgili bir tane olumlu cümle kuramadı! “Allah için söyleyin, biz o kadar da şey miyiz?” Bu kadarda olmaz ki!
İlginç olan da ne biliyor musunuz bu diyalogda? O alay eder gibi gülerek söylüyor bütün bunları; bende sanki kendime garezim varmış gibi birde onun bu kahkasına eşlik ediyorum!..
Bu iş böyle sürüp gittiğine göre, garip olan bir şey olmalı, bu diyalogda. Ben öyle büyük sözler edecek durumda değilim; benim aklım bana yetmez, bu doğru! Fakat, “bu kadarda saçmalayan biri miyim?” diye soruyorum kendi kendime. Oysaki arkadaşım nezaket ölçülerini aşan bir ifadeyle “apaçık saçmaladığım” yönünde fikir beyan ediyor! Fikir beyan etmiyor, basbayağı hafifsiyor.
Fakat son sözü yok mu, beni işte o çileden çıkardı.Son yazılarımdan biriyle ilgili olarak: “Hadi bana anlamazsın dersin; fakat üniversite mezunu çocuğumda, şu cümle ile ilgili olarak, benimle aynı fikirde,” demez mi?
Artık işler iyice çığırından çıktı, “yeter artık dedim” kendi kendime! Gülerek, baş parmağımı salladım ve “Yapacağımı göreceksin!” dedim… Haa, “o an birden elim ihtiyari olarak masada duran bir dosya kağıdının 1/6 büyüklüğündeki blok nota gitti, bir yaprağını alıp önüne koydum ve “saçma olanın ve olmayanın ne olduğunu yazarsan, sitemize eklerim!” dedim. Elinin tersiyle itti, “yazamam der gibi…”
Bu kadar konuşuyorsa, onda olup ta bizde olmayan, yararlanacağımız bir cevher var olmalı, diye düşündük. Biraz eşiştirip gün yüzüne çıkartırsak, biz de istifade ederiz bundan başkaları da diye yaptığımız ilk deneme sonuçsuz kalınca; ikincisine karar verdik.
Osman Hamdi beyin 1906 ve 1907 yıllarında yaptığı : Kaplumbağa Terbiyecisi tablosu ile 1902’de yaptığı “Huzur” adlı tablosunu bilgisayarımıza indirdim ve bir şahit yanında göstererek sordum: “Şu tabloları evine asar mısın?”diye. Şak diye cevabını yapıştırdı: “Hayır.” “Senin gözünde kaç para eder yada bu tablolara para verir misin?” dedim. Yine “hayır para vermem o resimlere,” dedi. “Üniversiteli çocuğun bu tablolara para verir mi?” dedim. “O da beş kuruş vermez bunlara!..” dedi.
Cevabımız almış ve “define bulma ümidi ve çalışmamız,” suya düşmüştü yani kazılarımız sonucu, kazmaya hacet olmadan etrafta bolca bulunan kocaman bir “hayır” çıkmıştı karşımıza.
Aşağıdaki veriler gazeteler ile Wikipedia
ansiklopedisinden alınmıştır.
Pera Müzesi resmi(Kaplumbağa Terbiyecisi), Türk resim sanatında bir esere
verilen en yüksek fiyat olan 5 trilyon lira (yaklaşık 3,5 milyon dolar[9], sıfır
atılmış lira ile 5 milyon TL) karşılığında satın aldı.[8] Tablo halen Pera
Müzesi’nde sergilenmektedir. Nisan 2009 itibarıyla tablonun değerinin yaklaşık
10 – 15 milyon TL (6,2 – 9,3 milyon dolar[10]) olduğu tahmin edilmektedir.[11]
●
Beklenen an geldi ve “Huzur” saat 16.00′da, 9 milyon
dolardan satışa çıktı. 10 milyon dolara sigorta edilen tablo için teklifler 9
milyon 250 bin dolara kadar çıktı.İstenilen rakamda teklif gelmediğinden sahibi
satmaktan vaz geçti.
Arkadaşımızla olan bu diyaloğumuz bize “Çizmeyi Aştın” kıssasını hatırlattı. Bir tırnak açalım: (Anlatımı kolaylaştırması ve sözü etkileyici kılması bakımından kıssalara ve bilgelere müracaat ederiz. Yoksa kendimize benlik atfetmek ve kibirlenmek değildir gayemiz.)
Gelelim kıssamıza.
“Ünlü bir ressam, eserlerinin sergilendiği galeride, kim olduğunu belli etmeden
dolaşıyor, ziyaretçilerin yorumlarını ilk elden almaya çalışıyormuş.
Bu bilgiler onun için çok değerliymiş. Bu yüzden de sergide, her yaştan ve her
sosyal sınıftan davetliler varmış. Bir ara en beğendiği tablolardan birinin
önündeki, yaşlı adama takılmış gözleri. Adamın, önünde durup dudak bükerek bir
şeyler mırıldandığını görmüş. Söz konusu resim, bir süvariyi canlandırıyormuş.
Merakla yaklaşmış ve sormuş:
-Beyim, sanırım resimde beğenmediniz bir durum var! Sorunun ne olduğunu
öğrenebilir miyim? Bu resmi ben yaptım da…
Adam kendinden emin, konuşmaya başlamış:
-Ben kırk küsur yıllık çizme ustasıyım. Resimde, hatalar var. Süvarinin çizmeleri
gerçeğe uymuyor. Mesela şu gördüğünüz kıvrım, biraz daha aşağıda olmalıydı.
Topuk kısmı da ölçeksiz çizilmiş.
Ressam, adamın sözünün bitirmesini bile beklemeden izin isteyip gitmiş ve biraz
sonra, fırçaları ve boyalarıyla geri dönüp yaşlı adamın söylediği hataları
düzeltmeye başlamış. Çünkü çizmeler gerçekten de hatalıymış.
Sanatçı daha işini bitirmeden, çizme ustası konuşmaya başlamış:
- Bu süvarinin kalçaları da biraz uzun çizilmiş… deyince,
Ressam derhal sözünü kesmiş adamın:
-Yok, demiş, çizmedeki hatayı gösterdiniz, biz de mesleğe saygı adına anında
düzelttik. Ama lütfen çizmeden yukarı çıkmayın!”
Mevlana: Ne olursan ol, Göründüğün kadarsın. Nasıl görünürsen görün;
Karşıdakinin seni gördüğü kadarsın, der. Sanırım Lao Tzu: “Derya ne kadar büyük
olursa olsun, ondan alacağın su, kabın kadardır,”der.
Yazımızı yazar Pembe Candaner’den bir iktibasla sonlandıralım.
“Dünyanın tüm bilgelerinin ‘en’ bilgesine sormuşlar: “En iyi bildiğin şey
nedir?” diye. En bilge kişi, hiç düşünmeden cevabını vermiş: “Haddimi
bilirim…” ‘Had’ kelimesi, durmamız gereken sınırları anlatır. Bu, herhangi bir
konuda, kendi bilgimizi, konumumuzu ve sınırlarımızı bilip ona göre tavır
koymamızı, görüş bildirmemizi sağlayan bir pusuladır. Kısacası, kendini tanımak
ve sınırlarını bilmektir. Günümüzde ise maalesef sınırlarının nerede başlayıp
nerede bittiğini bilmeyenlerden dolayı sürekli ‘sınır ihlalleri’ne tanık
olmaktayız.
Hemen her konuda hepimiz uzmanız (!). Her şeyi doğuştan biliyoruz, öğrenmemize,
emek harcamamıza hiç gerek yok (!). Günlük hayatta her alanda, bir an durup
düşünmeden, gerçekten bilip bilmeden hemen söze dalıp görüş bildiriyor, fetvalar
veriyoruz. Özellikle iyi bir şey yapıldığında veya bir başarı durumunda hemen
ortaya atılıp eleştirilere başlıyoruz. Peki, “gel de sen yap bakalım” denilince
de, donup kalıyoruz. Haddimizi bilme ‘özürlüyüz’ ama ‘had bildirme’ konusunda
çok hevesliyiz.
Herkes, yönetici, asker, futbolcu, doktor, aşçı, sanatçı, öğretmen, avukat ve
her konunun uzmanı. Asıl konuşması gerekenler ise ‘hadlerini bildiklerinden’
susuyor. Oysa asıl işinin ustalarının, uzmanlarının konuşmasına ve onların
önerilerine ne kadar çok ihtiyacımız var. Çünkü yepyeni boyutları ancak bu
sayede görüp öğrenebilir, gelişebiliriz.”
Keşke saçmalığın yazısını yazmasaydık; fakat ne yazık ki saçmalaya saçmalaya doğrulara varıyoruz…
a.s.
21 Mart 2012