Kamu vicdanı yaralandı… Katiller serbest bırakıldı. Yapanın yanına kar mı kalacak… İbareli haberler ile fırtınalar koparılmakta. Basım ve medya ise reyting meselesi olarak bu haberleri şişirmekte…
Kaldırılan toz duman içersinde aşıl meseleler gözden kaybolmakta ve kimde, hiç değilse çoğunluk asıl sorun olan siteme dokunmamakta hatta değinmemekte… İlkelerden, evrensel değerlerden yola çıkıp nesnel bakış sergilenmemekte…
Hizbullahçılar, lider kadrosunun salıverilmesini halaylarla, mafya liderlerinin yüz araçlık konvoylarla karşılamasını rahatsızlık konusu olarak lanse edilmekte. Elbette ki bu konuda rahatsız edici bir durum var. Fakat bu ülkede kimler böyle şaşaalı karşılanmadı ve “Türküye seninle gurur duyuyor” sloganları ile karşılanmadı. Ağca’da böyle karşılanmadı mı? Kanal 24’teki bir belgeselde Çatlı’nın kardeşi, Çatlı için: “O bir vatanseverdi,” dedi. Tansu Çiller ne demişti: “BU VATAN İÇİN KURŞUN YİYEN DE KURŞUN ATAN DA BİZDENDİR”… Çoğunluk aşinadır .u sözlere, duvarlarda dahi asılı: “Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır.” Her grup kendi “vatan, millet, hak…” tanımını farklı yapar: bunun sonucunda da cinayet, komplo teferruat olur çıkar.
Bunu en yukarıdan en aşağıdaki kişiye kadar söylediğimizde, kimseye söyleyecek sözümüz kalmıyor. Yok yok kalıyor: “Benim katilim seninki gibi değil, seninki başka katil; oysaki benimki bir ideal uğruna can aldı, katil sayılmaz,” gibi… Senin katilin zindanlarda çürümeli, benimki madalyalar vb. ile taltif edilmeli…
İnsan öldürene katil derler… Tek istisnası vardır bunun: kaynağını evrensel hukuktan alan, Kamu adına kolluk kuvvetleri ve vatan savunması için başka hukuksal yollar kalmamışsa ordudur…
Sorun olan, 10 yıllık tutukluk süresi sonucunda bir kısım zanlı, sanığın tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılması değil “hatta içerde fazla kalmışlardır.” Bu çapta bir terör, cinayet şebekesi üreten bir yapının varlığı ve on yıllık tutukluluk süresi sonucunda dahi “asıl suç ve suçlunun” ortaya çıkarılamaması ve cezanın kesilememesine sebep olan “sistem” dir.
Derin Devlet ile bağlantılı olan bütün cinayetler bir türlü aydınlatılamıyor ve suçlu mahkum edilemiyor. Cinayetlerin bu kadar yaygınlığı ise bu “derin yapıdan” güç ve cesaret alıyor. Bir bakın “Yüksek Ova Çetesi Davası 16. yılında zaman aşımına uğradı, Kemal Türkler Cinayeti 30 yıl. Sonra zaman aşımına uğradı. Susurluk ne oldu?… Savcılar ve kolluk güçleri rahatlıkla suçlunun üzerine gidip, yargıçlar ceza kesemiyor. Bilinen bu güçler, kolluk gücü ve yargıçlardan daha büyük bir yapı var. Kendilerine çizilen sınırı aşamıyorlar. Örnek m, Şemdinli Savcısı ve Erzurum ve Erzincan hattında yaşananlara bir bakın…
Başbakan, kendi döneminde Adalet Sarayı sayısını üç kat artırdığını söyledi. Kendimizi kendimizle ölçtüğümüzde çok büyük değişimler gerçekleşti. Mesela ben bu yazıyı on yıl önce yazmazdım… Fakat dünyayı referans alığımızda asıl gerçek ortaya çıkıyor.
Ben rakamlar vermeye kalkarsan yazım uzayacak ve ekleyeceğim makalelere gerek kalmayacak. Okuma zahmetinize değecektir, lütfen okuyunuz…
“Yukarıdaki kırmızı başlığı tıklayınız ve sayfanın altındaki Facebook bölümüne, Facebook kullanıcı adınızı ve şifrenizi girerek, mesajınızı yazınız. Mesajınız hem sitemizde görülecek hem de Facebook profilinizde…”
***
fcekirge@hurriyet.com.tr
Bu da size kâbus olsun
ŞİMDİ oradan bize bakıyor. İlahi adaletin kıyısından. En büyük, en son ve en yüce mahkemeden…
Bizi seyrediyor, utançtan ve şaşkınlıktan kızaran yüzlerimize bakıyor.
Ve adaletsizliğin isyana dönüştüğü bu tarafa baktıkça, çektiği kabir azabı misliyle artıyor.
Kendisine o işkenceyi yapanları gördükçe sinir uçlarında volkanlar patlıyor.
Bitmek bilmeyen o işkenceyi hatırlıyor.
Sanki yeniden yaşıyor.
Onu evin altına gömdükleri gün…
Kafasını bile kaldıramıyordu.
En ufak hareketinde gözlerine, ağzına, burun deliklerine toprak doluyordu.
Zifiri bir kuyudaydı. Kıpırdayamıyordu bile. Mezardaydı sanki. Dikine bir mezar.
Aman Allah’ım! Diri diri gömülmek buydu işte.
Elleri bağlı, ağzı bantlı sorgusunu bekliyordu.
Yukarıdan cılız bir ışık sızıyordu.
Arada dualar geliyordu… Üzerinde topluca namaz kılıyorlardı. Bazen su veriyorlardı.
O zaman çıkarıp yürütüyorlardı. Sonra o bitmek bilmez işkence. Satırlar gösteriyorlardı.
Söyle:
“Şeytana uydum de. Günahkârım de!”
Söyledi:
“Şeytana uydum!”
- Şeytan nerede?
- O zifiri kuyunun üstünde!
Bir daha söyle:
“Şeytana uydum!”
Şeytan nerede?
İnsanı böylesine vahşileştiren, zulmü hak saydırtan şeytandan başkası olabilir miydi?
Ağladı. İnledi. Yalvardı. Olmadı.
O sakallı adam tekrar koydu onu zifir gibi toprak kuyuya…
Gözlerini kapattı.
Bir Fatiha okudu. Sonra bir daha. Bir daha!
“Zalimlerden Allah’a sığınırım!”
Sonra…
Hizbullah tarafından kaçırılan Konca Kuriş’in cesedi, Konya’da bir evin bahçesinde bulundu. Mezar evlerden birinde işkence görmüştü.
Hizbullah’ın hücre evinde sorgu CD’si çıktı.
Ve aradan yıllar geçti. O zavallı kadına kabir azabı yaşatanlar salıverildi.
Şimdi görüyor mudur acaba olanları Konca.
İlahi adaletin kıyılarından bakıyor mudur, utançtan ve şaşkınlıktan kızaran yüzlerimize.
Konca ve diğerleri…
Böyle kuyularda, günlerce kabir azabı çeker gibi can verenler.
Ölmek için yalvaranlar!
Bunları niye mi yazdım?
Yargıtay’ın üzerinden iş yükünü almak için 4 yıldır kanun çıkaramayan o milletvekilleri içinyazdım.
Adaleti körkuyularda bekletenler için yazdım.
Rüyalarına girsin istedim.
Konca’nın o körkuyudaki azap dolu günleri, hepimize kâbus olsun diye yazdım.
O katilleri, o vahşi robotları serbest bırakan nasıl bir adaletse?
O körkuyulardan isyan fışkırsın, o acılı insanların uğradığı işkenceyi, azabı, toprak yüzümüze tükürsün diye yazdım.
Ağzımıza burnumuza toprak dolsun diye yazdım!
Allah rahmet eylesin Konca..
Güneri Cıvaoğlu Bugünngunericivaoglu@gmail.com
Vicdanlara domuz bağı
06 Ocak 2011
TV ekranlarında “yüzlerce can alan, domuz bağlarıyla insanları toprağa gömenlerin, kadın hakları savunucusu türbanlı hanımı öldürenlerin, mafyababalarının” hapishanelerden tahliye ediliş görüntüleri “hayret” ve “dehşet” verici…
Onların 10 yıl tutuklu kaldıktan sonra salıverilmiş olmalarına tepki dalgaları yükseliyor. 10 yıl kısa görünüyor.
Ama…
2-3 yıldır tutuklu olan gazeteciler Mustafa Balbay, Tuncay Özkan ve onlar gibi olan diğer tutukluların hapishanede kalmaları ise uzun görünmekte.
Uzun tutukluluk sürelerine karşı oluyoruz.
Garip bir çelişki olarak algılanabilir bu çifte standart…
Aslında, sadece tutukluluk süresiyle değerlendirme, yüzeyseldir.
Toplum vicdanının “çifte standardı” değil, sürecin derinlerindeki yanlışlıklar dizisi ile hukukun çatallaşması yaşanmakta.
Net ve sade olmaya çalışarak anlatayım.
Yapan siz, yorulan biz
Türkiye yargısının darboğazı “hâkim ve savcı” eksikliğidir.
Daha 3-4 bin dolaylarında hâkim ve savcıya ihtiyaç var.
Mahkemeler öylesine çok dosyaya boğulmuş durumdalar ki duruşmalarda ortalama 6 ay sonrasına gün veriliyor.
Haliyle davaların sonuca bağlanması için yıllar geçiyor.
Tutuklular da o yıllar boyunca içeride kalıyorlar.
Bir de bunun “Yargıtay” aşaması var.
Yüksek Yargı hâkimleri de burunlarına kadar dosyalara batmışlar.
Dosyalar, Yargıtay dairelerinde de yıllarca bekletiliyor.
Şu son tahliyelere kadar davaları kesin sonuca ulaşmamış, 10 yılı aşkın süredir içeride yatan tutuklular vardı.
“Geciken adalet, adalet değildir” söylemi sanki Türkiye için değil.
Oysa…
“Yargı reformu yapmış olmak” ve “önce insan” eksenli politika üretmek iddiasını vurgulayan AKP bu temel “insan kaynağı” sorununu çözebilirdi.
8 yılı aşkın süredir iktidardaydı.
3-4 bin hâkim ve yüksek mahkeme üyeleriyle adalete doping yapabilirdi.
Bu yapılsaydı, problemin tabanında dar boğazlar aşılmış olurdu.
Sonra piramidin 2. katmanı olması gereken “istinaf mahkemeleri” hâlâ oluşturulamadı.
Mahkemelerle Yargıtay arasındaki 2. katman çok önemlidir.
Yargıtay’a gidecek dosyaların bir kısmını “istinaf mahkemeleri” sonuca bağlar.
Yargı piramidinde 2. kat boş kaldığı için tüm dosyalar Yargıtay’a sel suları gibi akıyor.
Şu son tahliye dosyalarının 4’te 3’ünün Yargıtay’da sıra beklediği yolunda Adalet Bakanı Ergin’in söylemini bir kenara yazınız.
Doğru…
Peki, Yargıtay’ın yükünü azaltacak “istinaf mahkemeleri” 8 yıldır iktidarda olan AKP tarafından neden oluşturulamadı?
Bu sorunun daha önceki Adalet bakanlarının yanı sıra bir adresi de bugünkü Adalet Bakanı’dır.
Ayrıca HSYK dairelerinin ve üyelerinin sayıları arttırılırken aynı şey neden Yargıtay için yapılmamıştır?
Yani…
İpten kazıktan kurtulanların şatafatlı karşılamalarla tahliye oluşlarının temel nedeni budur.
10 yıl süren dava olmaz
Kamu vicdanı buna isyan ediyor.
Eğer yargıda insan kaynakları yani yeterli sayıda hâkim, savcı ve yüksek mahkeme üyesi boşluğu doldurulsaydı bir yandan 10 yıl tutuklu kaldıkları halde tahliye edilenlere tepki dalgaları yükselmezdi, ipten kazıktan kurtulmuş olanlar aramızda dolaşırken hâlâ içeride 2-3 yıldır tutuklu kalan gazetecilere ve onların durumunda olanlar için bu süreyi uzun bulmayacaktık.
Çünkü, AB ülkelerinde olduğu gibi mahkeme ve yüksek yargı kararları 1 ya da en çok 2 yılda kesinleşmiş olacaktı.
Müebbetle yargılananlar bu cezalarıyla hapis yaşamını daha yıllarca sürdüreceklerdi.
2-3 yıllık tutuklamayı bile “uzun süre” olarak gördüklerimiz ise belki “beraat” ederek serbest kalacaklardı.
10 yıldır süren ve karara bağlanmayan dava AB ülkelerinde düşünülemez bile.
Hizbullah ve bir belge
Mehmet ALTANmehmetaltan@stargazete.com
Dün sabah Hizbullah’ın günün baş konusu olduğunu görünce…
Kütüphaneden TBMM-Faili Meçhul Cinayetler Araştırma Komisyonu Raporu’nu çıkardım…
Kim bilir kaçıncı kez, bu defa Hizbullah kısmına biraz daha yoğunlaşarak yeniden okudum…
Komisyon Raporu’nu okurken, 80. sayfada, altını çok daha önceleri çizdiğim şu satırları okurken durakladım:
“Faili meçhul cinayetlerin devlet tarafından işlendiği iddiasının yoğun olarak propagandası yapıldığından ve bu cinayetlerin aydınlatılması için ilk zamanlarda tanıklık yapan vatandaşların akıbetinin de faili meçhul cinayete kurban gitmek olmasından ötürü vatandaş tanıklık yapmamaktadır.
Devlete giderek gördüğünü anlatanlar kısa sürede deşifre edilmekte, deşifre olan vatandaş da yukarıda belirtildiği gibi en kısa süre içinde faili meçhul bir cinayete kurban gitmektedir.
Şehrin en işlek merkezlerinde cinayetler işlenmekte, bir kahvede 20-30 kişinin arasında işlenen cinayetlerde, vatandaş, akrabası, yakınları öldürülmesine rağmen tanıklık yapmaya korkmaktadır.
Bölgede şehir komiteleri kuran PKK örgütü bile gündüz şehrin en işlek caddesinde eylem yapmazken, Hizbullahçı olarak adlandırılan kişilerin eylem yapıp yakalanmamasından ötürü, devlet zan altında kalmaktadır.”
***
Derin bir nefes alıp okumaya devam ettim:
“Örneğin, 27 Temmuz 1993 tarihinde Batman Emniyet Müdürlüğü’nde, Komisyonumuza bilgi veren Emniyet Müdürü ve Vali Yardımcısı, Batman’a bağlı Gerçüş İlçesinin Sekü, Gönüllü ve Çiçekli köyleri bölgesinde Hizbullah örgütünün bir kampı bulunduğunu ve yörede bulunan askeri birliğin bu kampa yardımcı olduğu yönünde haber aldıklarını, bu kamplarda Hizbullah örgütü mensuplarının siyasi ve askeri olarak eğitildiğini, bunun üzerine jandarma yetkilileri ile konuştuklarını, askeri yetkililerin bu örgüt militanlarının kendileriyle olan irtibatlarını değişik yönlere çevirdiklerinden ötürü nefret ettiklerini ve bu nedenle de bunlarla irtibatlarını kestiklerini beyan etmiş, bunun üzerine Komisyonumuzca yazılan müzekkereye verilen Jandarma Genel Komutanlığı’nın cevabi müzekkeresinde, yapılan araştırma sonucunda iddianın asılsız bir haber olduğu, adı geçen bölgelerde Hizbullah’a ait bir kamp olmadığı gibi, bugüne kadar elde edilen bilgilerden de, Hizbullah’ın kırsal kesimde hiçbir kampın olmadığı ve kırsalda faaliyet göstermediği bildirilmiştir.”
***
İddianın yalanlanması ardından, Rapor’un değerlendirmesine de kulak verelim:
“Ancak vali yardımcısı ve emniyet müdürünün iddiaları gerektiği gibi araştırılmamıştır. Yörede bu iddialar doğrultusunda gerekli soruşturmanın yapılması gerekirken bu yapılmamış, konu yazılan cevabi yazı ile gündemden çıkartılmaya çalışılmıştır.
Komisyonumuza mezkur açıklamayı yapan İl Emniyet Müdürü kısa bir süre sonra görevinde başarılı olup, terörle mücadelede mesafe katettiği halde hiçbir gerekçe gösterilmeden merkezde pasif bir göreve atanmıştır. Yani Komisyonumuza bazı konularda açıklama yapan, samimi olarak bildiklerini anlatan kamu görevlisinin sonu görevden alınmak olmuştur.”
***
Peki, sonra ne oldu?
Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu ve arkadaşlarının kaldığı İstanbul Beykoz’daki villaya yapılan baskında ele geçen belgelerde örgütün gerçekten bu üç köyde kampı olduğu doğrulandı…
Ama sorun sadece Jandarma Genel Komutanlığı’nın cevabi müzekkeresinde yalan söylemesinde değil…
Meclis’de de sorun var.
Neden mi?
Çünkü TBMM-Faili Meçhul Cinayetler Araştırma Komisyon Raporu da, aynı Locheed Askeri uçaklarındaki rüşvet olayını araştıran komisyon Raporu veya Susurluk Komisyon Raporu gibi “Genel Kurula” inemedi…
***
Ne denir?
Öyle parlamentoya, böyle jandarma…
İflasın tescili
Mehmet ALTANmehmetaltan@stargazete.com
Doğrusu… Gözüm daha ziyade Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’ün açıkladığı “Sanayi Strateji Belgesi ve Eylem Planı”ndaydı. Ama baktım, tutukluluk sürelerini düzenleyen Ceza Muhakemesi Kanunu’nun…
…102. Maddesi’nin yürürlüğe girmesinin ardından ortaya çıkan tablo ve bunun üstünden yürüyen tartışmalar hız kesmiyor…
Hizbullah üyeleri ile cinayet zanlısı 50 kişinin uzun tutukluluk süreleri nedeniyle tahliye edilmesi de doğrusu ateşe benzin döküyor…
Ne var ki tartışma “uygulama” ile ilgili, hâlbuki gözlerimizin önünde mefluç halde bir sistem uzanmış yatıyor…
Türkiye’de ağır cezalık konularda “tutukluluk süresinin” on yıl olabileceğine dair Yargıtay içtihadı tartışılmayacak kadar net ve kesin bir şekilde bir iflası tescil etmekte…
Eğer bir ülkede herhangi bir dava on yıl içinde sonuçlanmıyor ise orada hukuktan da, “hukuk devleti”nden de söz edilemez…
***
Ağır cezada görülen davalarda “tutukluluk süresi” neden on yıl?
Çünkü dava on yıl sürebiliyor…
Baksanıza on beş yıldır tutuklu olan insanlarımız var…
Peki, davalar neden on, on beş yıl sürüyor?
Çünkü Türkiye’de toplam hâkim sayısı 7 bin 81, toplam savcı sayısı da 4 bin 40’tır.
Ama dört bine yakın, rakamsal olarak söyler isem 3 bin 875 de hâkim ve savcı açığı var…
Mahkeme açığına değinmiyorum…
Büyük artışlara rağmen 2011 yılı Bütçesi’nde Adalet Bakanlığı’nın payının ancak yüzde 1,4 olduğuna da…
***
İflasın tescili demiştim…
Bunu rakamlarla örnekleyelim…
Almanya 82 milyon nüfuslu bir ülke, yargıya ayırdığı bütçe ise 9 milyar euro…
Türkiye ise 73 milyon nüfusuna rağmen yargıya sadece 500 milyon ayırmakta…
Bunun yetersizliğini biraz daha vurgulamak için 16 milyonluk hap kadar Hollanda’nın bile yargıya 800 milyon euro ayırarak Türkiye’yi solladığını söylemek yeterlidir sanırım…
***
Sağlıklı ülkelerde yargının etkinliği 100 bin kişi başına düşen profesyonel hâkim sayısı ile ölçülmekte…
Yukarıda Almanya örneği vermiştim, oradan devam edelim…
Almanya’da 100 bin kişi başına düşen profesyonel hâkim sayısı 24,5…
Peki ya Türkiye’de?
Sıkı durun, yüz binde 9…
On milyon nüfuslu Belçika’da ise yüz binde 14,9…
Biraz daha devam edelim mi?
Ülkelerdeki yargı çalışan sayılarına bakalım…
Almanya ‘da 57 bin, Türkiye’de ise 24 bin…
***
Tabii “kalite” sorunu da ayrı…
Dil bilen personel sayısı…
Hukukta dünya literatürünü izleyen personel sayısı…
Dinamik hukuk anlayışını içselleştirmiş personel sayısı…
Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrası gibi, yeryüzünün gelişmiş hukuksal kararlarını iç içtihat sayan personel sayısı…
Kısaca, “sayı” eksiği giderilse bile, kolayından kapatılmayacak bir de “kalite” sorunu var…
Düşünün ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde en çok mahkum olan ülkeyiz…
Bu evrensel hukuk söz konusu olduğu an, sınıfta kalan bir yargı demek…
***
28 Şubat’ta Genelkurmay’a brifing almaya gitmeyi… 12 Eylül’de darbecileri kutlamak için sıraya giren Anayasa Mahkemesi Başkanlarını… Mafya ile ilişkili olduğu iddia edilen yüksek yargı mensuplarının idari soruşturmalarının üzerinin örtüldüğü örnekleri de yok saydığımızda gördüğümüz objektif resim…
Bir davanın on yılda bitirilmemesinin devlet tarafından son içtihat ile tescili Birinci Cumhuriyet’in, hukuk devleti iddiasının, yargının olmadığının tescillidir…
“Varmış gibi” duran da iyice çöktüğü için ikrar dönemine girdik…
Asıl tartışılması gereken durum bu…
Asıl sorulması gereken soru da “biz nasıl gerçek bir hukuk devleti oluruz” sorusu…
Olabilir miyiz acaba, bilemiyorum doğrusu…
Ali Bayramoğlu
07 Ocak 2011 Cuma
Hizbullahçılar serbest kalınca ne olur?
CMK’un 252. maddesinin, yeni hükmünün yürürlüğe girmesi ve uygulanmaya başlanması bir dizi yeni soruya ve tartışmaya neden oluyor.
Hem haklı olarak uzun süreli tutuklulukların yanlış olduğu söyleniyor, hatta bunu sınırlayan son yasa üst sınırı 10 yılda tuttuğu için eleştiriliyor.
Hem yasa hükmünce kimi sanıkların tahliye edilmesi ciddi tepkilere yol açıyor. İş, “Balbay hala içerideyken, işledikleri cinayetler sabit Hizbullahçılar salınıyor” itişmesine kadar indirgeniyor.
Suç ve kuraldan çok sanık, daha doğrusu hangi sanık meselesine kadar uzanan bu bakışın pek kabul edilebilir bir tarafı olmadığı açık.
Taş atan çocukların yararlandığı yasadan, başkaları yararlanmasın demek, 10 yıllık tutukluluk süresini kabul edilmez ilan edip, sonra sadece Hizbullahçılar meselesine kilitlenmek çok sağlıklı olmasa gerek…
Ama ortada çok ciddi bir sorunun da olduğu muhakkak…
Sorun iki ayaklı…
Bir: Türkiye’de tutukluluk süreleri gerçekten çok uzun… Tutukluluk bir hüküm haline dönüşebiliyor, davaları 10-15 yıl süren bu süreyi tutuklu olarak geçiren sanıklar bulunuyor. Bizde reformlarla süre 10 yıla indirilirken uluslararası uygulama, AİHM’in sınır kabul ettiği süre 2 yıl.
Türkiye’de de hedefin bu olması gerektiği gün gibi ortada…
İki: Ancak buna karşın yüzlerce insanı domuz bağıyla öldürmüş bir örgütün yöneticileri, Dink davasının katilleri için bu uygulamanın “azmettirici pozitif bir yaptırım” haline dönüşmemesi için bir yol bulmak gerekiyor.
Gerçekten de uzun süren davalar, uzun tutukluluk süreleri kimi sanıklar için bir mükâfat haline de dönüşebiliyor.
Hizbullah davasının 9 yıl sürmesi, bunun 5 yılın adli tıptan belge beklemekle geçmesi açıklanabilir bir durum olabilir mi?
Ya da Dink davasının hala sürüyor olması, Ogün Samast’ı tahliye olanağına, sokağa çıkma, özgür kalma imkânına kavuşturuyorsa, bu, sindirilebilir bir durum mudur?
Taş atan çocuklara yönelik TMY değişikliğinden sonda Dink davasına bakan heyet, Ogün Samast’ın dosyasının ayrılarak çocuk mahkemesine gönderilmesi kararı verirken, Orhan Dink ile Mahkeme Başkanı arasındaki diyalog aslında olanın ve olması gerekenin bir özetiydi.
Orhan Dink’in tepkisi üzerine, başkan, “onu meclise söyleyin” diyerek çıkan yasayı uygulamak zorunluluğa ima ederken, Orhan da, “ben ondan değil, sizin sorumluluğunuzdan, yıllardır süren davadan söz ediyorum” yanıtını vermişti.
Açık: Sorunu çözmek etkili ve hızlı bir adalet mekanizmasını tesis etmekle mümkün…
Bunun için önce sistem kendisini gözden geçirmelidir.
Hâkim ve savcı sayısının arttırılmasından teknik imkânların geliştirilmesine, yazışma prosedürünün hızlanmasından Adalet Bakanlığı bütçesinin güçlendirilmesine, bunlara paralel olarak dava ve tutukluluk süreleriyle ilgili yeni yasal düzenlemelere ihtiyaç vardır.
Ancak hâkim ve savcılar da kendilerini gözden geçirmek zorundadır.
Bu açıdan bir “zihniyet ve etik alıştırması” yapmak, kendi bünyelerinde bunu üretmek zorundadırlar.
Sistem sorunları bir yana, Yargıtay’daki ilgili dairenin, yani yargıçların yeni yasanın 31 Aralık tarihinde yürürlüğe gireceğini ve sonuçlarını bildikleri halde örneğin Hizbullah davası gibi bir dosyayı öne almamaları nasıl açıklanabilir?
Yıllar süren davalar, Dink davasında olduğu gibi zamanını, davayı cinayetin asli azmettiricilerinden ayırma kararlarına hasreden yargı süreçleri, yargıçtan ve zihniyetinden bağımsız değildir.
Bugün Türkiye’nin geçirdiği değişim süreci açısından da en kritik meselelerden birisi haline dönüşmüştür.
Değişim adalet üzerinden yaşanıyor.
O zaman o değişim adaleti özellikle merkez almalıdır…
Adaletsizliklerden doğacak kaygılar ve haller değişim sürecini hem baltalar, hem değerini düşürür, hem inandırıcılığı azaltır.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Diyalog Gazetecilik San. ve Tic. Ltd. Şti.’ne aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan köşe yazısı/habere aktif link verilerek kullanılabilir.