Egemenler hep kendi çıkarları ve ikballerini toplumun, vatanın istikbali ile bir gösterme ve birleştirme eğilimindedirler. Hatta, Demirel’in ünlü deyimiyle: “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim,” diyecek kadar da pişkindirler. Meydanlarda ve mikrofon karşılarındaki retorik buram buram hamaset kokar ve işsizin, umutsuzun duyguları, düşleri “nurlu ufuklar” edebiyatı ile sömürülür…
Fakat, onları iktidara getiren ve orada tutan seçim ve siyasi partiler kanunu bir türlü değişmez. Siyasetin finans kaynağı olan: Kamu İhale Mevzuatı, evrensel ölçülere göre düzenlenmez. Gelir ve giderlerin şeffaflığından hep bahsedilir; fakat her gelen bu akçeli kamu kaynaklarının işleyişi üzerine bir kalın şal daha örter. Basın özgürlüğü baskılanmakta ve egemen gücün borazanlığını yapanların işleri tıkır, diğerlerinin ise çizmenin dışına çıkmasına izin verilmemekte.
Ahmet Altan, bir makalesinde hatırladığım kadarıyla mealen: “bir politikacı vatan millet diye söze başlıyorsa hemen oradan toz olun; çünkü sizi soymaya hazırlanıyordur, ellerinizi kaldırıp duvara dayanın diyeceği an meselesidir,” demişti.
Nurlu ufuklar vaadiyle ve kediye yüklesen, kedinin tırsmıyacağı bir servetle gelirler bu koltuklara; fakat katarlar taşıyamaz saltanatından elde ettikleri serveti… Vatan millet derler; vatandaşını en başta kendileri soyar, “mili” menfaatinin anasını kendi ikballeri uğruna bellerler…
Özgürlük, eşitlik hak hukuk teraneleri, türübünlere oynayan, talan, rant saltanatının devamına yarayan illusyonist gösterilerdir.
Bütün bu sistemlerin foyası, monarşilerden kısmi demokrasiye kadar olanı halkın sokağa çıkması ile kendini belli eder. Sokak turnusol kâğıdıdır. Halka hizmet için var olduğunu söyleyen tiran, oligarşi, elitist grup yada bunların karışımından bir yapının rengini, niteliğini ayan beyan ortaya çıkarır.
Kendisi için gerçekten hak, hukuk adalet, eşitlik, özgürlük ve refah isteyen halkın iradesi: “vatanın ve milletin varlık, birlik ve bütünlünün düşmanı iç ve dış mihrakların kullandığı bir avuç çapulcu” sözde gerekçesi ile gerekiyor ve gücü yetiyorsa kanla bastırıl ve zindanlar bunlarla doldurulur, işkence gören insanların ahı arşa ulaşır…
Bertrand Russell: “Vatan için ölünür, öldürülmez.” der; ama bunlar vatandaşına zulmeden sistemi, “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” şiarıyla, bütün insanı değerleri tuzla buz ederek, vatandaşı teferruat konumuna indirger, sistemi ve devleti kutsallaştırırlar.
Oysa çağımızın ulaştığı uygarlık ölçütünde: Kutsal olan insan hayatıdır… AİHM, bir içtihadında: “İnsan haysiyet ve şerefi de, yaşama hakkı kadar kutsaldır,”der.
***
Sanayi ötesi çağın teknolojik ve ekonomik gelişimleri, ulaşım ve iletişim sistemlerini öyle bir noktaya getirmekteki, sınırlar harita üzerindeki çizgiler ve ulusal devletlerse küçük bir küredeki tek bir büyük devletin yerel(özerk, federatif) birimleri haline hızla dönüşmekte.
İletişimin gücü ve hızı internet, Google, Facebook vb. ve uydu yayınları ile gün ışığı gibi sınırları aşmakta. Üç paraya akşamleyin binilen uçakla, kahvaltıyı dünyanın öbür ucunda yapabilmek mümkün hale gelmiştir… E-Ticaret, PC’nizin yada Ipod’unuzun klavyesinde birkaç tıklama ile başka bir kıtadan alışveriş yapabilmenizi mümkün hale getirmiş; üretim ve ürünlerin hedef kitlesi devletlerden çok bireylere hitap eden hızlı bir dönüşüm göstermektedir.
Bu açıdan baktığımızda ise totaliter yönetimleri ve tiranları yıkan, sistemleri demokrasiye dönüştüren sanayi, teknoloji, ulaşım, taşıma ve iletişimin bu evrimi ve eğitim seviyesinin ulaştığı bu seviyedir. Altyapıdaki bu köklü değişim, kendisi ile uyumlu olan siyasal sistemlerin de temelini oluşturmakta.
Arap ülkelerinde patlayan ve ülkemizde ise çıkan büyük gürültülü çalkalanmalar başka bir deyimle eski yapıyı 8-10 richter ölçeğinde sarsıp yerle bir eden asıl “iç ve dış mihrak” depremi bu olsa gerek.
Bu ise insanları sürü gibi yönetebilmenin zorluğu önündeki en büyük engel ve belli bir demokrasi ile ekonomik kalkınmanı zorunlu temelini hazırlamaktadır.
Mesela, bu teknoloji sayesinde Anadolu’nun ücra bir köşesinde benim gibi vasat bir insan dahi Fransa’nın dünya çapında baskı yapan Le Monde Gazetesindeki bir mülakattan haberdar olabiliyor.
Konumuzla alakalı olması ve ona ışık tutması bakımından, Türkiye’nin dünyaya dönük yüzü olan İkinciGrup’un editörlerinden AC/ÇŞ,
Alman sosyolog Hartmut Rosa’nın, ‘Hızlanma, zamanın sosyal eleştirisi’ başlıklı incelemesi üzerine Le Monde Magazine’ in 29-8-2010 tarihli sayısında yaptığı uzun bir mülakatı çevirmiş.
Le Monde soruyor. Hartmut Roza yanıtlıyor.
“Hartmut Rosa: Pre-modern çağda, yani büyük sanayi devriminden evvel, şimdiki zaman en az üç nesili birbirine bağlayabiliyordu, zira, Dünya, büyük baba ile torunu arasında değişmiyordu. Modern çağda, yani XX. yüzyılın ilk yarısında şimdiki zaman bir nesile indi: büyük baba, torununun şimdiki zamanıyla kendisininkinin aynısı olmayacağını biliyordu. Yeni nesiller yeniliğin vektörleri oluyorlardı; görevleri ‘yeni bir Dünya’ yaratmaktı, Mayıs 1968′ de olduğu gibi.
Bugün, yani hiper modernlikte, dünya, bir nesil zarfında birkaç defa değişiyor. Babanın, aile hayatıyla, yeni mesleklerle, yeni teknolojilerle ilgili olarak, çocuğuna öğreteceği bir şey kalmadı. 18 yaşındaki birisinin, 10 yaşlarını anlatırken ”evvel” dediğini duyuyoruz. Şimdiki zaman kısalıyor, kaçıyor; gerçeklik ve kimlik hislerimiz aynı hareket içerisinde azalıyor.
(…)Bu yüzden hızlı fikir ve hızlı siyasi tepki çağında yaşıyoruz
(…)Geçen ayın veya birkaç gün evvelinin, bazen birkaç saat evvelinin bize çok önemli gibi gözüken haberlerinin ne çabuk hafızamızdan kaybolduklarını gözlemlemek çok çarpıcı. Bazen hiçbir iz bırakmadıklarını bile görüyoruz. (…)Tarihte ilk çıkan gazeteler, bize günün haberlerini vermekle yetiniyorlardı; bugün bu artık yetersiz kalıyor. CNN gibi devamlı canlı haber televizyon kanalları belirdi, dünyanın her bir yanından gelen haberler dakikası dakikasına güncelleşebiliyorlar. Dünya haberleri 24 saat durmaksızın akan bir haber ırmağına dönüştü. Burada da teknik hızlanma sosyal değişime sebep olmaktadır. Giderek hızla dağılan haberler, medyaların ve finansal pazarların anında tepkilerine yol açmaktadır. Saat 12′ de¨bildiğimiz Dünyanın durumu, saat 16′ da değişiyor.
(…)Bu kıskaçtan kimsenin kurtulma şansı yok.” Diyor Hartmut Roza.
“Yine aynı grubun Le Monde Gazetesinden yaptığı çeviride: Fransız sosyolog Alain Touraine, Le Monde’nin sorularını şöyle yanıtlıyor.
Le Monde: Bu “yeni dünya” yı bireyler mi, organize gruplar mı ortaya çıkaracaklar?
Alain Touraine: Kollektif toplum hayatımızı değiştirebilecek “büyük hareketler” aşağıdan gelecek. Demokrasi, protesto edenlerden, yiyecek ekmek bulamayan yoksullardan, özgürlülükleri olmayanlardan, kendileri ifade edemeyenler ve temsil edilmeyenlerden gelecek. Bugün ne kadar aşağıya inerseniz o kadar hayat ve hareketler ”canlı” ve ‘yaşıyor’. Fransa da, birey tarifimiz“belirsiz”. Ben, “tebaa” kelimesini tercih ederim ve bireyi tanımlamak için her zaman Hannah Arendt in şu cümlesini kullanırım: ”İnsanların hakları olmaya hakları var”
Temel olarak “hak” talep ediliyor. Bu açıdan “internet “ inanılmaz bir fırsat. Çeşitli konular, tartışmalar, infialler, hızla yayılıyor ve bu durum da insanların bilinçlenmesini ve harekete geçmesini sağlıyor.
‘Demokrasi’ en aşağıdan gelecek ve yeni dönemin baş aktörleri, internet, insan hakları, ekoloji ve kadınlar… olacak diyor, Fransız sosyolog Alain Touraine. (ÇŞ/İkinciGrup)”
***
Libya’nın tiranı Kaddafi’nin 30-40 milyar dolarlık servet(hırsızlığı)inden bahsediliyor. Hatta İtalyan Fiat’ın %15 hissedarı olabileceği dahi konuşuluyor. Belki de önemli olan çalıp çırptığının miktarı değil, “halka hizmet” retoriğine rağmen halkı soymak; “devletin bütünlüğünden” bahsedip, kendi saltanatı için devleti, ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmek ve 42 yıldır bir sülük gibi halkın kanını emmesi yetmezmiş gibi, bu defada onların(halkın) kanını akıtmaktır…
Benim yandığımsa bu gaddarların halkta taraftar bulmasıdır.
Tiranlar Narsis olur. Kendi kafalarında oluşturdukları illüzyonu hakikat sanır ve zamanın değişen ruhunu göremez…
Bu körlük hatırımıza, Şili diktatörü Pinochet fıkrasını getiriyor.
Pinochet ölüm döşeğinde yatarken, yaveri yanına yaklaşmış.
“Halk sizinle vedalaşmaya geldi, efendim” demiş.
Pinochet zorlukla gözlerini açıp sormuş.
“Nereye gidiyorlar?” diye…
***
Kaddafi, tam bir metroseksüel erkek olma titizliği ile saçını boyuyor, yüzüne estetik yaptırıyor, manikür, pedikür vs. ile hayatın kendinden götürdüklerinin gizlemeye çalışıyor. Siyasal arenada ise sokağa çıkanlara: “bunlar bir avuç çapulcu” diyerek, zamanın ruhunu, tarihin değişim gücünü gizlemeye çalışıyor; fakat nafile…
Kaddafi ailesi ilan ettikleri sokağa çıkma yasağına ve olağanüstü hale yalnızca kendileri uyuyorlar. Sokağa, caddeye ve meydanlara çıkamıyorlar… Caddeler, sokaklar ve meydanlar halkla dolup taşıyor. Şehirler, ilçeler beldeler birer birer halkın eline geçiyor, Kaddafi’nin bayrağını indirip kendi bayraklarını asıyorlar…
Kaddafi ailesi, hala gitmekte olanın halk olduğunu sanıyor… Sahi siz söyleyin, giden kim?
a.s.
27 Şubat 2010
(Çin, arama motorları ile anlaşıp yada onları engelleyerek “halk hareketlerinin haber ve görüntülerine mani olmaya çalışmakta. Bu teknolojik yapı ile bu konuda başarılı olmak pekte mümkün değil.)
Not: Konuya merak uyandırmak için eşim Gülender ile oğlum Hüseyin’e şu yazıya bir göz atın, fikrinizi bilmek istiyorum diyorum? Gülender hatırımı kırmamak için okuyor; fakat Hüseyin okumaya yanaşmıyor. Zaten bu kadar uzun yazıyı kimse okumaz diyor… Ben de Facebook’ta 660 arkadaşım var, %1’i okusa 6-7 kişi okur diyorum. Hatta Facebook’ta ismi olmayan; fakat okuyacağını bildiğim birkaç isim daha var. Umarım oğlum Hüseyin haklı çıkmaz.
Birkaç yazımıza İngilizce, İtalyanca ve Rusça yazılmış yorum mesajları geldi; fakat Türkçe gelmedi. Spam değil bunlar… Kimileri Google Tranlate’de çevirerek te okuyor, bende onların tepkilerini Google Translate’den çevirerek okuyorum.