Günümüzde güç yumrukta değil dilde, oklarda değil kelimelerde, kitlelerde değil bireylerde, ellerde değil beyinlerdedir. é
Bilgisi ile amel(davranış) etmeyen alim; elinde meşale tutan köre benzer. Başkasının önünü aydınlatır, ancak kendi dünyası karanlıktır.
SADI
Beş çakmak taşı yada…
Günler, haftalar, hatta aylar öncesinden içeri sokmamak için tedbirini alırdık; alırdık almasına da yinede içeri girişini engelleyemezdik! Damları sıvar, kapı pencerelerin altını sağını solunu çulla çaputla tıkar; camların kırk olan yerlerini hamurlanmış kağıt yada naylonlarla kaplar, kapatırdık…
Ocakları, sobaları yakar, mangala közlerini alırdık da, yinede içeri girmesine engel olamazdık. Bir kez ıslıklar çalarak gelmeye görsün, ne çul çaputla tıkadığımız delikler ne, hamurlu kağıtlarla bakımını yaptığımız pencereler nede mangaldaki kor engelleyebilirdi onun girişini. Hele birde karla boranla gelmeye görsün!.. Çaresi yoktu, kesinlikle engellenemezdi.
Yün döşekler ve yorganlar arasında bile ayaklarımız buz tutardı. Uyandığımızda, engellenemez olanın marifetini, plastik bir sanat eseri gibi pencerelerde oluşmuş buz dekorlarını, çevreleyen bir karış karlarla görürdük. Diğer tarafa dışarı, baktığımızda, biz uyurken anamızın etrafı silip süpürüp sobayı yakmış ve bu dondurucu ortamda sobanın üzerinde fokur fokur kaynayan ve dumanı başından tüten çaydanlıkları görürdük. Az sonra çay hazır, kalkın yüzünüzü yıkayın derdi ana (lar) ımız… Biz soğuk olan yataktan kalkmakta tereddüt ederdik. Çünkü, yüz yıkamaya gideceğimiz yer olan salon soğuktu. Gönlümüzü etmek için nelere baş vururdu. Çoğu zaman gider odaya elleğenini getirir elimize ısıttığı suyu bile dökerdi…
Biz böylesine korunaklı bir ortamda iken; pencereden baktığımda bu karda kışta Iri ağaç, Tahtalı, Dere evleri, Böğürtlen, Omuşlar, Örü, Muratlar(5 ile 20 km’lik mesafeler)dan vb. Köy ve mezralardan gelmiş sırtlarında odunlar yüklü hayvanları ile duvar dibinde siğile yen yabancılar görürdüm. Bunların içlerinde olan kimilerinin yaşı, 13,15,18’lerdeidi. Biz bu korunaklı yapay ortamda, karanlıkta tuvalete bile çocuğu âl çarpar diyerek yalnız gönderilmezken, o çocuklar sabaha karşı üçte, dörtte kaldırılıp gitsin de bir paket çayla beş kilo şeker alsın diye dağlar aşırılarak yaşamın içine yollanırdı.
Onlar, daha çocukken tanışırdı hayatla. Aşın ekmeğin, varlığın yokluğun, geçimin seçimin ne demek olduğuyla. Biz bencil ihtiyaçlarımız karşılanmasını isteyen mız mız çocuklardık, o günde bu günde. Unutamam, Omuşlar dan Ömer çavuşun 12,13 yaşlarındaki çocuğu olan Ali’nin gelgitlerini…
Daha çikolatalı gofret yoktu yada köyümüzde yoktu.(1980 öncesi) Bisküvi kutularında dökme olarak alınıp, tane yada gerektiğinde gramla ve kilo ile satılan beyaz gofretler vardı. Ali, sattığı odun parası ile annesi babası ona ne almasını tembih etmişse onları almıştı. Öğrendi ki, elindeki son kuruşu iki gofret yada beş çakmak taşı ediyor. Ali gofret kutusuna doğru özlemle baktı… baktı… ve yüzünü gofret kutusundan çevirmeden avucundaki parasını uzattı ve“beş çakmak taşı,”dedi. “N’locak, gofreti yerim hemen biter! Ya çakmak taşları !..” Karşımdaki Ali idi; fakat ses sanki Ali’nin sesi değildi…
Muhtemelen, Ali’ye artık evin bir erkeği de sensin. Yok işte, kim alacak bunları canımın içi.. Bilirsin ben seni gözümden sakınırım, emme… Ben sobayı yakıp bekliyorum akşam yolunu. Senin getirdiğin “Sanayağ”la bi güzel pilav pişiririm, arkasından getirdiğin çayla, tavşan kanıda bir çay demler içeriz. Akşam yatar sabah kalktığında, bütün yorgunluğun gitmiş olur, denmiştir… Bu beklenti ile yetişmiş Ali’nin de, yavaşça bir sürprizini gösterir gibi cebinden çıkardığı gazete dürümünü açarak, “baba, çakmağına da beş çakmak taşı aldım”, demesi kim bilir nelere değmez!
Onlar belki çocukluğunu yaşayamadı. Fakat hayata, vaktinden önce atıldılar ve erken de olgunlaştılar. Biz, ebeveynlerimizin sağladığı korunaklı ortamlarda hep, “pencereden bakan adam” olarak kaldık… Bir işe girmiş olan insanda, çalıştığı kurumun korunaklı ortamındadır. Etrafındakilerin yapığı her hangi bir işi yapanda hayatına yeni bir sinerji getirmiş sayılmaz. Babam bakkaldı, benimde bakkal olmam, çocuklarımı da bakkal yapmam yeni ve önemsenecek bir bakış sayılmaz. (Işi aynı çapta muhafaza etmek bakımından söylüyorum) Yada babam, anam işçi veya memur benimde memur olmam marjinal bir başarı sayılmaz. Tabii bazılarımız bunları da başaramıyor…
Yıl 2002, kar kış… Ben yine korunaklı bir ortamda, belediyedeyim. Malatya’ya gideceğim, fakat saat:10:00. Bu saatte araç bulmak zor. Bekleyip rasgelen bir araca binmek zorundayım. Hava, karlı ve soğuk. Arada bir çıkıp yukardan bir aracın gelip gelmediğine bakıyorum. Tekerler, belde içerisinde karaya değiyor, yukarının daha karlı olma olasılığı var ama ben yinede ekliyorum. Bir, iki derken yukardan bir Toyota pikabın geldiğini gördüm. Bekledim ve el kaldırdım. Araç durdu, binmek için eğildim, gördüğüm adam, zemheride köselerde bir yük odunla sinleyen bir başka Ali. Ben onun ismini henüz hatırlayamadan, o selamına ismimi ekledi… Ben bakkalken o, oduncu idi. Ben yine aynı yerlerdeyim ama o…
Ali ya, şu operatör milletine de sade güvenilemiyor… Geçen biri kaçmış gitmiş, iş makınasının birine operatör bulamadım makine yatıyor. Acelen yoksa, Ilçe Özel idarede de biraz işim var, bunu hallediyim öyle gideriz dedi. Beninde işim vardı gittik. Oradaki konuşmalarından hatırımda kalan bir diğer konu ise, doğal gaz ihalesi idi. Doğal gaz boru hattının falanca bölgedeki ihalesi için, ilde Botaş müdürü ile bir toplantıya da yetişmesi gerektiğini söylüyordu!
O tarihte, benim pikabım yoktu-şimdide yok, benim iş makınalarım yoktu- şimdide yok, Malatya’ya doğalgaz geleceğinden haberim yoktu ve dolaysıyla böyle bir ihalenin olduğunda da haberim yoktu. Şimdi haberim var(2004), Iri ağaç dolaylarından geçecek olan doğalgaz boru hattı ihalesini alan müteahhit, belediyemizden 200 kişiyi barındıracak bir yer istedi.
Mümin Sekman: “Üniversite yıllarımda birçok yazar çizer düşünür, bilge kişilerle tanıştım. Bu insanların hepsi kitapları olan , birçok okuyucuları bulunan, tanınmış kişilerdi. Bu kişilerle vakit geçirirken hepsinin ortak bir yönü dikkatimi çekti. Kafaları doluydu,ancak cepleri boştu. Üniversite’de okurken bir yandan da çalışmaya başlamıştım. Bir çok varlıklı, tanınmış iş adamları ile röportajlar yapıyordum. Bu defa bilge insanlardakinin tersine bir gerçekle karşılaştım. Birçok iş adamının, cebi doluydu ancak kafası boştu. Kısacası insanların bir kısmı ‘var olmayı’ diğer bir kısmı ise ‘ varlıklı olmayı’ seçmişti. Bu adamların hepsi eksik! Acaba tam adam nasıl olunurdu? Insanın nasıl olması gerekir ? diye düşünmeye başladım. Bir sürse sonra cevap geldi. ‘tam adam para ve bilgiye eşit önem veren, var olmayı ve varlıklı olmayı birlikte başarabilmiş kişiye denir .” der. é
Belki de, Doğan Cüceloğlu’nun bu gün dediği: Yaşamdaki dengede budur! Yani: Kafa, gönül ve cep zenginliğindeki dengedir. Bence, kafa ve cep zenginliği; gönül zenginliğine amade olmalı. Mümin Sekman’ın pasajı ise yorum gerektirmeyecek kadar açık.
Bende hep derim. Fethiye’li zengin olmadan, Fethiye zengin olamaz. Artık, artık bir işte çalışır, ele güne muhtaç olamamış ve üç beş kurusu olmuş olmak yeterli görünmemeli. Yaşamdaki, asıl zenginlik olan dengeyi bozmadan; maddende zengin olmak için sıradanlığı aşmayı başarabilmek gibi hedeflerimizde olmalı. Dönerci misiniz? Döner Restaurantlar zincirinin nasıl gerçekleştirebilirim? Marketiniz mi var? Nasıl Marketler zincirine dönüştürebilirim, marketimi? Taşımacılık mı yapıyorsunuz, nasıl bu işi büyütüp, diğer ilçelerle, illerle hatta Ülkelerle taşımacılık bağlantısını başarabilirim diye düşünmemiz gerek. Çünkü; sen zengin olmazsan ben zengin olamam; ben zengin olmazsam, sen zengin olamazsın, biz zengin olamayız…
Işte,(başkaları da vardır şüphesiz) bunları başarabilmiş bir değerli hemşerimiz Doğan Gülşen. Onun zenginliği, yıllarca Fethiye’deki nice insanların sağlığını zenginleştirecek. Bu az bir şey mi? Ben kendi adıma, bu adımı yaşadığım sürece takdir ve teşekkürle anacağım… Konuyla ilgili olarak Martin Luther King Jr.’nin, şu sözlerini oldukça dikkate değer.
“Bu dünyada fakirlik olduğu sürece, bir milyar dolarım olsa da , hiç bir zaman kendimi zengin hissedemem. Milyonlarca insan hastalıktan ölürken, ben Mayo Kiliniği’inden sağlam raporu almış olsam, kendimi tümüyle sağlıklı hissedemem. Sen olman gerekeni olmadan, ben olmam gerekeni gerçekleştiremem. Bizim dünyamız böyle yaratılmıştır. Hiç kimse yada ulus, kendisinin tamamıyla bağımsız olduğu ile övünemez. Biz birbirimize mecburuz.”(King. 1993,s.21.) @
Başarı, başaracağım diyebilenindir. Hedefi olmayan gemiye, hiçbir rüzgar yetmez, vb. Slogan gibi sözler değil mi? Elbetteki, gelecek bir bakıma hayalden ibarettir ; ama hayalsizde pek olmuyor. Cesaret, motivasyon vermesi bakımından bir örnek vermek istiyorum.
Işçi Sanders,“ Inandığı bir hedefe odaklandığında, hayatında birçok şeyi değiştirebileceğini bilen biri.” Otoyolun kenarında bir lokantası vardı.Otoyol başka bir yere taşınınca lokantası iflasla burun buruna geldi. Ama o hiç endişelenmedi, paniğe kapılmadı.Çünkü o biliyordu ki, endişelenmesi veya paniğe kapılması ona bir şey kazandırmayacaktı.Onun için asla negatif düşüncelere fırsat vermedi.
Işe başladığında ne kadar sermayesi vardı biliyor musunuz? Sadece bir piliç tarifi! Evet evet , yanlış okumadınız; sadece bir piliç tarifi Lokanta sahiplerine piliç tarifi satarak onlardan prim almak gibi bir iş size mantıklı geliyor mu? Ama bu, işçi Sanders’ın odaklandığı konuydu.O bunun hayatında bir fark yaratacağına inanıyordu. Kendinizi bir test edin böyle bir işi yapmak istiyorsunuz; acaba bu tarifi satmak için kaç lokantaya gidersiniz? Seminerlerinde soruyorum, bazen bir
5 diyor, bazen 10’a, 20’ye kadar çıkanlar oluyor.Ama ben kimsenin 100’den fazla lokanta gezeceğini sanmıyorum, üstelik bazıları sizinle alay edip delirmiş diyebilirler.
Bütün bunlara katlanacak kaç insan vardır? Ama Sanders dolaştı. Sayı 100. Lokantayı bulduğunda, artık işin sonuna geldiğini biliyordu. Aslında her hayır cevabı onu daha bir kamçılıyordu. ”Bulacağım!..” diyordu. “benimle iş yapacak Lokantayı bulacağım!..”
Tüm Amerika’yı dolaşmıştı, neredeyse. Geceleri arabasında yatıyordu. Hiçte rahat sayılmazdı., ama onun büyük bir hedefi vardı: Aradığı Lokantayı bulacaktı.
Işte 1001,1002,1003… Sanders iyice yol almıştı artık. 1009. Lokanta sahibiyle konuşurken Sanders’in bekledigi şey oldu. Lokanta sahibi, Sanders’le ve projesi ile çok ilgilendi. O kadar inanmıştı ki, Sanders ne kadar hayalci bile olsa, lokanta sahibi bu fikre “evet” dedi. Bu evet cevabıyla birlikte, “Kentucky Fried Chicken” efsanesi yazılmaya başlandı.”æ
Yani: “Kentucky Fried Chicken” efsanesi, işçi Sander’in yılmaz inancında ve mücadelesinde gizli. Eğer biri bir işi başarabiliyorsa bunu bende başarabilirim inancında idi.
Sizinde var ise, Sanders gibi bir piliç tarifiniz. Içinizdeki devi uyandırın ve tek kişilik bir ordu gibi yola düşün!.. Kim bilir size de, kendi kalelerini fetih eden tek kişilik bir ordu olduğunuzu görmek nasip olabilir…
Bu yazımı,Beldemize yaptığı katkılar dolaysıyla Doğan Gülşen ve ailesine ithaf ediyorum.
æ Oguz Saygın. Negatif Limanlardan Pozitif Sulara. 2002; 33.baskı./Hayat Yayınları
é MÜMIN Sekman, Kesintisiz Öğrenme, 2002. 6. Baskı./Alfa yayınları
@ Doğan Cüceloğlu. Içimizdeki Biz. 34. Baskı. 2001 Istanbul/Remzi Kitapevi
19,12,2004 Fethiye
a.s.