Platon’un Mağara Alegorisi
Platon, M.Ö. 5.yy.’da-günümüzden iki bin beşyüz yıl önce- yaşamış düşünce ve felsefe tarihinin (Aristo ile birlikte) iki büyük zekasından biri olarak nitelenir. Platon, Sokrates'in öğrencisi, Muallim Evvel -İlk öğretmen- diye de nitelenen Aristoteles ise Platon'un öğrencisidir. Benim farkettiğim kadarıyla Müslüman, Hristiyan ve bu dinlerle ilgili ezoterik, tasavvuf düşüncesinden -bu söylediğim felsefe tarihi içinde geçerlidir- bahsedildiğinde, Platon ve Aristoteles’ten de bahsediliyor demektir ve sanki bu düşüncelerin malzemesinde bu iki filozofun ürünleri, harcı, konu ana başlığı patenti gizli ve açık olarak gözükmektedir.
“Platon’un Mağara Alegorisi,” kıssası üzerine çok mürekkep akıtılmıştır. Çünkü konu insanlığın en önemli meselesine dairdir. Karanlıktan aydınlığı, aşağılık hayattan yükseklerdeki hayata, hatta “tanrısal” hayata ulaşabilme ve türdeşlerini ulaştırabilmek gibi önemli, zor ve ağır bir konudur bu. Bu kıssa Platon’un “Devlet” adlı eserinin “Yedinci Kitap”ın da konu edinilmiştir.
Bu kitapta konu Glaukon ile Platon arasındaki diyaloglar şeklinde düzenlenmiş, yazılmıştır. Kitaptan konu ile ilgili olan -bazı- pasajları isimlerini belirterek alıntılayacağım.
[ Platon-1. “Ve şimdi,” diye sözüme devam ettim, “doğamızdaki (yaradılışımızdaki) eğitilmişlik ve eğitilmemişlik hali arasındaki farkı aşağıdaki olaylara bakarak benzetme (eğretileme) halinde kavramaya çalış.
İnsanları yerin altındaki, mağaraya benzer bir mekânın içinde kafanda ve gözünde canlandır; bu mekânın, ışığın geldiği yönde, mağaranın kendisi kadar geniş bir ağzı (girişi) bulunmaktadır.[262] Bu mağaranın içinde insanlar, çocukluktan itibaren orada yaşamak mecburiyetinde kalmış ve sadece karşılarına (ön tarafa) bakabilecekleri, ama zincirlerden ötürü başlarını (sağa sola) çeviremeyecekleri şekilde boyunlarından ve bacaklarından zincirlenmiş halde yaşamaktadırlar; çok uzaklardan, arkalarından ve yüksekten bir ateşin ışığı parlamaktadır; bu ışık ve zincirlenmiş insanların arasında, bir yol yukarılara gitmektedir; bu yolun üzerinde, tıpkı kukla oynatanların seyircinin önüne çekmiş oldukları ve üzerindeki sahnede sanatlarını icra ettikleri tahta-perdeye benzeyen alçak bir duvar düşün.”
“Kafamda canlandırabiliyorum,” dedi Glaukon.
“Bu duvarda, bunu da canlandırmaya çalış, insanlar (uçları duvar hizasından taşan) çeşitli araç gereci, insanların ve başka yaratıkların tahtadan ve taştan heykellerini, kısaca sanat yoluyla (yapay yoldan) imal edilmiş her şeyi taşıyarak geçsinler ve (duvarın arkasından yürüyüp giderken) yer yer konuşup, yer yer suskun olsunlar.”
Glaukon-“Sözünü ettiğin benzetme ve şu zincirlenmiş olanlar çok ilginç.”
Platon-“Bizlere benziyorlar! Çünkü başlangıçta ateşin (ışığının) karşılarındaki duvara yansıttığı kendi gölgelerinden ve öteki şeylerin gölgelerinden başka bir şey görmüyorlar, anlıyor musun?”
Glaukon- “Elbette, vücutlarını ömür boyu hareketsiz tutmaya mecbur olduklarına göre!”
Palton-“Aynı şey (arkalarında kalan alçak duvarın arkasında) taşınan araç gereç için de geçerlidir, öyle değil mi?”
…“(Bu zincirlenmiş insanlar) kendi aralarında konuşabilecek olsalar, gördükleri gölgelerden söz ederken, gerçek (hakiki) nesnelerden söz ettiklerini sanacaklardır, öyle değil mi?”
Glaukon- “Mecburen!”
Platon– “Şimdi bu hapishanede (mağarada) karşılarındaki arka duvardan bir ses yankısı olsa, (arkalarında kalan) duvarın arkasından geçenlerden biri bir şeyler söylese, (zincirlenmiş olanlar) bu sesin önlerindeki duvara yansımış gölgelerden başka bir yerden gelmemiş olacağını düşünmezler mi?”
Glaukon-“Aynen öyle yaparlar Zeus aşkına!” [c]
Platon– “Sonuç olarak: Bu insanlar o araç gerecin gölgelerinden başka hiçbir şeyi gerçek (sahici) yerine koymayacaklardır.”
Glaukon- “Zorunlu olarak.”
Platon– “Şimdi artık nasıl olmuş olursa olsun, bu insanların zincirlerden ve olup biteni anlamama durumundan kurtulup esenliğe çıktıklarını ve şu söyleyeceklerimin olup olmayacağını bir düşün.
Aralarından birinin zincirleri çözülüp hemen ayağa kalkmaya ve başını sağa sola çevirmeye, yürüyüp ışığa bakmaya mecbur tutulduğunu; bütün bunları yaparken, daha önce gölgelerine bakmak durumunda kaldığı nesneler…” ona gösterilse ve bu nesnelerin gerçek,‘hakikat’ olduğu, “…kendisine söylenecek olsa ne yapar sanıyorsun?”
(Daha önce arkasında kalmış alçak duvarın arkasından geçen) her bir kişi için dikkati çekilerek bunların ne olduğu sorusuna cevap vermeye zorlansa? Şaşkınlığa uğrayıp daha önce gördüklerinin şimdi kendisine gösterilenden daha gerçek (sahici) olduğunu düşünmeyecek midir?”
Glaukon- “Kesinlikle.” ]
Platon’un bu mağara metaforu “toplumu,” doğduklarından beri, -sırtlarını çevirmiş oldukları- hakikatin görüleceği ışığa doğru dönmesini, aydınlanmasını engellemek, kendilerine gösterilen gölgeleri hakikat bellemeleri için insanların boyunlarına, kollarına ayaklarına vurulmuş zincirler toplumsal davranış kurallarını, alışkanlıklarını,örf, adet, inanç, ideoloji, duygu ve düşüncelerin, “zaman ve mekandaki formları ile içeriklerini” simgesel olarak temsil eder.
İnsan “tabula rasa,” yani bomboş bir kağıt gibi, üzerine ne yazarsan o olacak bir özsüzlük midir? Yoksa bir özü var mıdır? Varsa bu öz nedir? İnsanın bir özü varsa, bu onun bütün düşünüş, davranış ve hissedişini… kesin olarak belirler ve insan bu öz tanımındaki yasa(kader)in dışına çıkamaz. Misal: balığa yüzmesini, kuşa uçmasını, kediye fare yakalamasını, aslanın ceylanı avlama ve yemesini… öğretmene gerek yok, o illaki özü(özünde var olan kod-gen-ları)gereği bunu öğrenecek, zorunlu olarak gerçekleştirecek.Balığa kuş gi uçmasını, kuşun suyun içinde ve altında yaşamasını, kedini fareyi yakalamamasını, aslanın ceylana acıyıp onu avlamaktan vazgeçip otla beslenmesini öğretemezsin.
Yada, “İnsan kültürel bir varlık mıdır?” İnsan kültürel bir varlık ise bulunduğu zaman ve mekanın şarlarının ürettiği düşünüş, duyuş hissediş, inanış ve hakim gelenek ve göreneklerin kalıbına göre şekillenir. Tabii, bir teoride genel, geçer olan esas alınır. İstisnaları değil.
İnsan hem etle hem otla beslenir.Dilimizde bir deyim vardır, “it şurda et şurda durmaz.” Bu it, hayvan için bir zorunluluk ifade eder; fakat insan oruç tutar, bedensel(iştah ve şehvet) arzularını belirli saatler aralığında kendine yasaklar ve kendi koyduğu yasaya uyar.Hatta, açlık grevine girer acından ölmeyi seçer, (öteki insanların mutluluğunu hedef aldığı)inancı yada ideali için kurşunlara gögüs gerer ve ölüme meydan okur ölür, öldürür, vücuduna TNT bağlar kendini havaya uçurur… Doğuştan gelen ve dışına çıkamayacağı bir özü varsa insan bunları nasıl “seçer?”
“Seçer,” kavramını bilerek kullandım.Özü olan canlı, özü dışına çıkamaz. Kedi fareyi avlamaktan vazgeçip otla yaşamayı seçemez. Kedi yada misaldeki tabirle “itin” önüne et konduğunda,eti yememezlik edemez.İnsan ise “seçim” yapabilir.
Üçüncü bir teori ise insan ne özsüz ne de tamamen özle belirlenen bir canlıdır.İnsanın bomboş bir kağıtta olmadığına dair birçok araştırma sonucu bilinen veride vardır. Bebekler üzerinde yapılan araştırmalarda insanda adalet, merhamet gibi doğal bir öz, eğilimde vardır.E. Fromm bu öz,yada doğal güdüler üzerine toplum (ona aykırı)yazdığı kodlar ile bunları bastırıp engelleyip,zıd bir kalıba (onu)döktüğünde,insan bundan acı duyar,der-Bir kısım psikolojik ve psikosomatik hastalıkların kaynağının bu olabileceği, düşünülür.
Çocuk, bebek doğduğunda omnipotans olarak kendini algılar. Her istek ve arzusu yerine getirilecek biri. İlaveten bebek, motor ve zihinsel donanımı gelişmediğinden, kendini anne ile bir bütün olarak algılar. Sinir sistemi gelişimi belli bir aşamaya gelmeden bu ayrılığı sezemez, fark edemez. Bu fizyolojik yapı belli bir aşamayı katettikten sonra bu ayrılığı sezmeye başlar. Kendisi doğduğundan beri biyolojik ve psikolojik ihtiyaçları karşılansın diye hep anneye bakmaktadır… Bu ihtiyaçta karşılanır. Bir süre sonra farkeder ki annede bir başkasına, “babaya” bakar. Bu noktadan itibaren anne ile olan bütünlük ve yalnızca anneye bakarak yaşamsal ihtiyaçlarını karşılama durumunun bir başka hal aldığını fark eder. Yani bakılması gereken önemli ve değerli noktalar değişmekte ve çoğalmaktadır. Yani belirsizlik armış ve artmaktadır.
***
İnsan anlam arayan bir varlıktır. Anlam, yaşamı bir bütünlük içerisinde algılama ve ona inanmakla gerçekleşir. Bu anlamın bire bir hakikatle örtüşmesi umulur; fakat örtüşmezse de bütünlüğü olan bir resim, boşlukta -anlamsızlıkta- kalmaktan, evladır.
S. Freud ekolinin dört temsilcisinden bir olan E. Fromm, bu anlamı harita metaforu ile ifade eder. Gideceğin ve gitmeyeceğin yerler, dolayısıyla buralara hangi yollardan ve nasıl gitmen yada gitmemen gerektiğini ve gitmen gereken yerlerin doğru, güzel, iyi, faydalı ve gitmemen gereken yerlerin, yolların kötü, yanlış çirkin ve zararlı olduğunun bütünsel bir resmini ifade eder bu harita. İşte bu sebepten dolayı D. Cündioğlu, “Din anlam verir, düşünce, bilim ise açıklar,” der. Dinin neden insanlar için bu kadar vazgeçilmez olduğunun önemli bir kaynağ da bu varoluşal temeldir.
Hayvan yavrusu doğunca “memeye doğru gider, meme arar,” insan yavrusuna ise “meme gider, ona meme ulaştırılır.” Kısa sürede hayvan yavrusu ayağa kalkar ve yaşamla bütünleşirken, insan yavrusu uzun yıllar anne(yada bakım veren birine)ye muhtaçtır. Meme, anne bebek için yaşamın kaynağıdır. Anne, süt yada bu denklikte bir besini vaktinde ve gerektiği kadar vermezse bebeğin, çocuğun yaşama şansı yoktur.
Bu süreç halk arasında bebek, çocuk için ana “kucağı olarak” tanımlanır. Anne kucağında karşılanır çocuğun (ilk) en temel düzeyde yer alan fizyolojik ihtiyaçları. Beslenme için gerekli olan süt ve diğer gıda ile içecekler. Uyku ihtiyacı ve uyuyacağı yer ile temizlik, ısı ışık. Devamında fiziki tehlikelerden ve her türlü etkiler karşısında korunma. Bu, genel kabul gören Abraham Harold Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi yada teorisinin ilk, yada en alt basamaklarını karşılık gelir.
Yukarıda değindiğimiz, 17.yy.ın önemli aydınlanma filozoflarından John Locke’nin tabula rasa tanımı, üzerinde yazı olmayan boş bir kağıt misalidir. Yani o yazısız, bomboş kağıda istediğinizi yazabilirsiniz, gibi, anlaşılabilir bu. Bebek nasıl çaresiz ve anneye, anne memesine yaşamsal açıdan muhtaç ise, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki ikinci aşama olan şahsiyet oluşumu açısından da anneye(bu işlevi yerine getiren bakım verene) o ölçüde muhtaçtır. Şahsiyeti, “karakter, mizaç, fıtrat” anlamının bütününe karşılık kullanıyorum.
Anne bebeğe o, daha dünyadan bihaber olduğu çağından biyolojik ve psikolojik gelişimi büyük ölçüde tamamlanacağı yaşa kadar memesi ile verdiği sütü(ileri yaşlarda vereceği değişen her tür bakım) ile beraber hal, hareket duyuş düşünüş bütün duruşuyla kendi kültürünü bebeğe başlangıçtan itibaren verir ve onu, kendi(kültür)kalıbına döker. Bu kalıba dökme süreci ve metotları ile çocuk eğitim ve öğretime tabii tutulmuş olur.
Bir prof, bir araştırmaya göre bilim kırk ayda, nöroloji bilgisi yirmi altı ayda, teknoloji alanındaki bilgilerin onsekiz ayda bir kat arttığından, yani ikiye katlandığından bahsetti. Bugün ulaşılan nörofizyoloji alanındaki gelişmelere göre, bırak bebeklikten itibaren taa, embriyo ve cenin öncesinde başlıyor bebeğin ilerde alacağı kişiliğin, mizaca dair olan temelleri.
Bu verilere dayanarak şöyle bir çıkarsama yapabiliriz… Platon'un Mağarası nasıl oluşur? Yada mağara adamı nasıl oluşturulur? İnsan yavrusunun embriyo, cenin aşamasından bebek, çocuk ve ergenliğin sonuna kadar anne aracılığı ile (yada bakım veren tarafından) günler, haftalar, aylar, yıllar… içerisinde iyne iyne nakşedilir insan ruhuna. Başka bir benzetme yapacak olursak kısık ateşte, için için pişirilir, olgunlaştırılır bu mayalanma. Yani süt nasıl kana karışıp ete, kemiğe, cana dönüşüyorsa, bu aktarım sonucu oluşan huyda onda bu denli derin, kavrayıcı kapsayıcı bir hayata dönüşür. Bu sonuca insan tarafından, dolayısıyla kültür aktarımı aracılığıyla oluşturulan bu yapılanmaya “ikinci doğada” denir. Doğal güdülerin dışına hayvanlar, dolayısıyla hayvan yanımızda nasıl kolayca karşı çıkamazsa, bu sonradan oluşturulan sosyal güdülerin dışına da çıkması “o kadar zordur.”
Platon’un tarif ettiği mağarasında bulunan duvar, doğuştan gelen ve potansiyel olarak var olan fakat çimlenip, köklenip, dalbudak salıp gelişerek neliğini-iyi yada kötü ürününü- gösterememiş, verememiş, bir bakıma “yok mesabesinde olan” bomboş kağıt, sinema perdesi misali “zihnimiz” olarak düşünebiliriz. Doğduğumuz günden beri bizi istenilenin dışında hareket edemez şekilde ayaklarımızdan ve yüzümüzü, yönümüzü başka bir yöne döndüremeyeceğimiz şekilde boyunlarımızdan bağlayan zincirler se bütünen kültüre karşılık gelen gelenek- görenek, örf -adet, ahlak- adap, ideoloji ve inançlarımıza karşılık gelir. Mağara duvarına( dimaglarımıza), sinema perdesi misali, görüntüleri yansıtan ise anne figürü.
Anne rolü neyi temsil eder? Anne(bilinçli ve bilinçdışı olarak), anne olmadan önce en başta bebekliğinden, çocukluğundan beri annesinden, ailesinden, mahallesinden, okul arkadaş ve iş çevresinden, içinde yaşadığı toplumun genel geçer, belirleyici kültüründen; yaşadığı toplum ise içerisinde yaşadığımız çağ ve birbirini etkileyen doğu, batı, güney kuzey kültürlerinden dikey,yatay ve çapraz, üst üste, iç içe olarak şu yada bu oranda etkilenerek ulaşılmış sofistik bir yapıya karşılık gelir.
Bu, mevcut zeminde kendiliğin oluşup (zamana, mekana, kişi ve ailelerin ait oldukları (dini ve siyasi)topluluklara / cemaatlere göre değişiklik gösterip güncellenerek) süregiden bir eğitimdir. Okullu eğitim ise müfredatını bu genel,(tarihsel ve güncel) eğitim ve öğretim sisteminden alır, esinlenir. İkinci doğa böyle oluşturulur, bu ise sosyal bir içgüdü gibi işler ve insanlara otomatik pilotla hayatını sürdürme “olanağı sağlar.” Neye karşılık sağlanır bu olanak, mağaradakiler gibi görme, hissetme, düşünme ve yaşamaya karşılık sağlanır.
Platon’un mağara mizanseni toplumsal sistemi; annenin mağara duvarı misali, bebeğinin / çocuğunun zihnine yansıttığı görüntüler ise toplumdan anneye, anneden topluma doğru -karşılıklı- geçişleri olan eğitim ve öğretiminin içeriğine karşılık olarak düşünülebilir. Bu dışardan verilen eğitim, bebeğin/çocuğun doğuştan gelen mizaç ve fıtratı ile etkileşerek karekter oluşumunun temelini ve örüntüsünü büyük ölçüde belirler. Böylece siyasal sistem mağarası, bireyin içine taşınır ve içimizde ikinci bir doğa olarak oluşturulan fakat, bizim tek ve esas doğa olarak algıladığımız mağaralarımız oluşur. Freud’in kişilik teorisinde ki ego ve süperego, dolayısıyla otomatik pilotun yönlendirdiği daha kolay bir hayatın zemini oluşturmuş olur.
Mutasavvıfların çok kullandığı bir deyim vardır: “O mahiler ki derya içredir, fakat deryayı bilmezler.” Beyin mukayeseli çalışır. Mukayese için bir şeye karşılık başka bir şey olduğunun deneyim yada düşünce yoluyla bilinmesi icap eder. Mahi(balık)lar deryada, suda doğup yaşamlarını tamaladıklarından, başka bir deneyim ve dolayısıyla bilgileri de olmadığından, mukayese yapamaz. Havadan yararlanarak kuşlar gibi uçma, bir kısım canlılar gibi yalnızca karada yaşama, yada üç beş yüz derecelik volkan sıcaklığında bazı bakteriler gibi yaşamakla… kendi yaşantısı, dünyası arasındaki ayrımı fark edemez, dolayısıyla mukayese yapamaz ve su içinde yaşadığı halde deryayı, suyu bilmezler. Onlar için başka bir dünya yoktur. Fakat insan için vardır ve bir dünyada, mağarada mahkumiyetinin zincirlerini kırıp, oradan çıkarak kendisine yeni bir, iradi dünya kurabilir. Kurabilir; fakat bu imkansız ile çok, çoook zor arasında bir dereceye karşılık gelir. Bu bölümü şu kıssayla bitirelim.
Filler, eğitimleri gereği çok küçükken ayaklarından kalın bir zincirle güçlü bir ağaca bağlanır. Ne kadar kurtulmaya çalışsada yavru fil kaçamaz. Zamanla, sonucun değişmeyeceğini anlayınca çabalamaktan vaz geçer. O zaman ayağındaki zincir sökülür ve daha ince bir zincirle bir kazığa bağlanır. Kazık, filde hâlâ kocaman bir ağaca kalın zincirlerle bağlı olduğu düşüncesini canlı tuttuğu için fil kaçmaya yeltenmez. Büyüyüp güçlendiği - bir silkinişte o zincirleri kıracak güce ulaştığında dahi- hatta ayağında bir şey olmasa dahi kaçmaya yeltenmez fil, çünkü hiçbir zaman özgür olamayacağı hissi -yıllar içerisinde- iliklerine dek işlemiştir. Bu, “öğrenilmiş çaresizliktir,” kişi çabaları sonucu başarısız olduğunda ne yaparsa yapsın başaramayacağına inanır.
Çünkü o, düşünceleri, inançları ile hakiki gücünü, potansiyelini sınırlamışır.
Sanıyorum ki sesle, sözle işiterek, duyarak, okuyarak ve kendimi ve alemi deneyimleyip gözleyip üzerlerinde düşünüp onları cem edip öğrenerek, öğrendiklerimi önce kendime söyledim. Zaten insan önce söyleyeceklerini kendine söylemeli, ağzından çıkanı kulağı duymalı, yapıp ettiklerinin yada edeceklerinin sonuçlarını anlaması için önce bir başkasının bunları kendisine yapıp ettiklerinde, söylediklerinde ne hissedip ne düşüneceğini böylece öğrensin. Bende bu sebepten başkalarının söylediklerini ve hayatta gördüklerimi önce kendime söyledim. Sonra söylenilenler ve gördüklerim ile yapıp ettiklerimi yorumlayıp, çıkardığımı anlamı kendi bildiğim ve inandığım anlam olarak belledim.
Bundan sonrada kendi anladığım anlamımı başkaları ile yazarak, söyleyerek paylaşıp öğrenme yolunu seçtim. Söylerken ve yazarakta öğreniyorum. Tıpkı okurken, dinlerken ve gözlem yapıp hayatımı, yaşamı deneyimlerken olduğu gibi.
Bende kendi mağaralarımı fark edeli çok oldu. Onca zaman oldu, gelip geçiyor, hala yeni yeni, alt alta soğan katmanları gibi ve yan yana modüler olarak mağaralımı bir bir keşfetmekteyim. Yürüyorum işte. Yoldayım yani.
Bu yazımda Platon'un Mağarası nedir ve Mağara İnsanı nasıl oluşturuluru konu edindim. Yazının ikinci kısmı, Mağaradan Çıkış, Aydınlama, Özgürlük, Kendine Yolculuk, Beşer’den Adem’e, Miraç, yani Yükseliş’in… nasıl olabileceği konuları olacak. Oldukça zor bir konu.
A.Sevim
04 Ocak 2025